Die Gaste, SAYI: 1 / Mayıs 2008

Asimilasyon, Entegrasyon, Eğitim ve Din

Ahmet ONAY




    Almanya’da başlatılan “entegrasyon” tartışmalarının açık biçimde gösterdiği gibi, sorun, göçmen işçiler sorunu olarak gerçek bir temele sahiptir. Göçmen işçiler sorunu, “entegre olmayan ve entegre olmayı reddeden yabancılar” haline dönüşürken, sorun giderek, “entegre olmayan ve olmayı reddeden” “Türkler” sorunu olmuştur.
    Sorunun, “entegre olmayan ve olmayı reddeden Türkler” sorunu haline dönüşmesiyle birlikte, Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin tartışmalar da işin içine dahil edilmiştir. Böylece AB’nin hıristiyan “demokrat” partilerinin başını çektiği Türkiye’nin AB’ye üye yapılamayacağına ilişkin kampanyalar, “Türklerin entegrasyon özürlü” olduklarına ilişkin bir toplumsal önyargı oluşturulmasına yönelmiştir.
    Nasıl sunulursa sunulsun, hangi söylemle ifade edilirse edilsin, sorunun geldiği nokta, göçmen işçilerin ekonomik ve toplumsal yaşamdan dışlanması noktasıdır. Bu boyutu ile göçmen işçiler sorunu, göçmen işçilerin ülkelerine geri gönderilmesi sorunu olarak pratik ve yasal bir yöne evrilmiştir.
    Türkiyeli işçilerin kırk yıllık Avrupa macerasının, “demokratik hak ve özgürlükler” ülkelerinde, demokratik hak ve özgürlüklere rağmen nasıl sona erdirileceği günün gündem maddesi haline gelmiştir. Pratik konu, süresiz çalışma ve oturma hakkına sahip olan göçmen işçilerin (“misafir işçilerin”) bu haklarından nasıl mahrum bırakılacağıdır.
    Bugün için pratik çözüm, demokratik hak ve özgürlüklerin “kötüye kullanılması” durumunda hak ve özgürlüklerin kaybettirilmesinin “demokratik” bir tutum olduğunun kanıtlanmasına dayandırılmaktadır. Bir başka ifadeyle, tartışmalar, demokratik hak ve özgürlüklerin hangi koşullarda ve nasıl sınırlandırılacağına ya da tümüyle ortadan kaldırılacağına ilişkin yasal bir çözüm bulmaya yönelmiştir. Bu nedenle, üretilecek yasal çözümün göçmen işçilerin yaşadığı “evsahibi” ülke yurttaşları tarafından gerekli ve haklı olarak kabul edilmesi tüm propaganda çalışmalarının odak noktası haline gelmiştir.
    Bu bağlamda “müslüman erkeklerin” kadınlara baskı ve şiddet uygulamalarına ilişkin olaylar toplumların gündemine yeniden taşınırken, göçmen işçilerin “paralel toplumlar” oluşturduklarına ilişkin görüntüler yayınlanmaya başlanmıştır. Tüm bunlar, göçmen işçilerin yaşadıkları toplumlara uyum gösteremediklerinin, yani entegre olamadıklarının açık kanıtları olarak sunulmaktadır. Özellikle Almanya’da 1993 ekonomik bunalımıyla başlayan ve 2000 bunalımıyla büyüyen işsizliğin yarattığı ortamdan beslenen “yabancı düşmanlığı”, toplumun büyük bir kesimini etkisi altına almaya başlamıştır. Neredeyse göçmen işçiler (“misafir işçiler”) Almanya’daki her türlü ekonomik ve toplumsal sorunun nedeni olarak görülmeye başlanmıştır.
    Artık sorunların ne olduğunun, nereden kaynaklandığının hiçbir önemi kalmamıştır. Tek bir sorun vardır: Göçmen işçilerin geri gönderilmesi.
    Sıradan bir Avrupalının gözünde göçmen işçiler, kendi işlerini ellerinden alan, dolayısıyla kendilerinin işsiz kalmasına yol açan “yabancılar”dır. .
    Biraz daha gelişmiş, sıradanlığın sıradışılığına sahip olan Avrupalı için yabancı işçiler, hem kendi iş olanaklarını ellerinden almaktalar, hem de kazandıkları paraları yaşadıkları ülkelerde harcamayarak, ülkelerin kaynaklarını dışarıya transfer etmektedirler. Bu transfer, açık bir sermaye transferi olarak görüldüğünden, ülke içindeki yeni yatırımların engeli olarak da kabul edilmektedir.
    En ilkel haliyle merkantilist dönemde görülen bu düşünceler, özellikle Alman halkının dinsel/tarihsel bilgisine dayandırılır:
    “Hıristiyan ülkeler dışındaki Türkiye ile, İran ve Doğu Hindistan ile yapılan ticaret yüzünden para azalmaktadır.
    Bu ülkelerde ticaret daha peşin para ile yapılmaktadır, ama hıristiyan ülkeler içinde yapılan ticaret, bu bakımdan değişiktir. Çünkü hıristiyan ülkeler içindeki ticaret de her ne kadar peşin parayla yapılıyorsa da, gene de para, bu ülkelerin sınırları içinde kalmaktadır. Gerçekten burada, hıristiyan ülkeler içindeki ticarette paranın akıntısı ve karşı akıntısı, met ve cezri yer almaktadır, çünkü bir ülkede kıtlık bir başkasında bolluk olmasına karşın, para, bazan bir yerde daha bolken, bir başka yerde daha kıt olmaktadır; böylece para hıristiyanlık çerçevesi sınırları içinde gider gelir ve dolaşır, ama bu daima çitlerin içinde kapalı kalır. Hıristiyan ülkeler dışında yukarda adı anılan ülkelerle yapılacak olan ticaret için kullanılan para, gider ve bir daha geri dönmez.”
    Yüzelli yıl önce söylenmiş bu ilkel merkantilist düşünce çerçevesinde dünyadaki ve ülkesindeki gelişmelere bakan ve yorumlayan toplumun, ekonomik bunalım dönemlerindeki istemi de “himayecilik” olmaktadır. Göçmen işçiler karşısındaki tutumu da bu “himayecilik” çerçevesinde biçimlenir.
    Ekonomik bunalım dönemlerinde başgösteren “himayecilik” eğilimlerinin yanında en tipik olguların birisi de yabancı düşmanlığıdır.
    İşsizliğin yaygınlaştığı dönemlerde, yabancı işçilerin daha az ücretle çalışmaları yerli işçilerin doğal rakibi olarak ortaya çıkmasına yol açar. Kendisi iş bulamazken yabancı işçinin çalışabildiğini gören yerli işçi, ona karşı şovenist ve ırkçı bir tepki duyar. Bu durum da, yabancı işçilerin içinde yaşadıkları toplumsal ilişkilerden daha fazla yalıtılmalarına ve dışlanmalarına yol açar. Yalıtılmış ve dışlanmış yabancı işçiler, giderek daha da düşük ücretlerle çalışmayı kabul ederler. Bu da işçilik maliyetlerinin düşmesine katkıda bulunur.
    Bugün Avrupa’da, özel olarak da Almanya’da göçmen işçilere ve bunlar içinde büyük bir nüfus oluşturan Türkiyelilere gösterilen şovenist ve ırkçı tepkiler doğrudan işsizlik olgusuyla birlikte yoğunlaşmış ve yaygınlaşmıştır. Ancak gelişmeler bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Almanya’da %10’lar seviyesinde bulunan işsizlik, yabancı işçiler arasında %40’lar seviyelerindedir. Dolayısıyla işsizlikten en çok etkilenen kesim yabancı işçilerdir. Bu durumda da işsizlik sigortası, sağlık sigortası gibi sosyal haklar devreye girmektedir. İşsizliğin nedeni olarak görülen yabancı işçi, bu kez ülkenin sosyal fonlarını tüketen bir kitle olarak görülmeye başlanır. Sosyal fonların sınırlandırılması ve yer yer kesilmesi karşısında, bunun nedeni olarak işsiz yabancı işçileri gören yerli halkın yabancı düşmanlığı daha da büyümektedir.
    Sorunu güncelleştiren ve yaygınlaştıran dünya ekonomik bunalımı ve bunun Avrupa’ya yansıma biçimidir.
    Bu durumda, iç pazar için üretim yapan sermaye kesimleri, kendilerinin her türlü zorluğa rağmen, “yurtseverce” (patriotist) üretimi ve istihdamı sürdürdüklerini söyleyerek şovenizmi ve ırkçılığı teşvik etmektedirler. Yabancı işçilerin, özel olarak Türkiyeli işçilerin sınırlı tüketiminin “entegre olmamışlıktan” kaynaklandığına ilişkin düşünceler bu zeminde gelişmeye başlamıştır. Perakende ticaret alanında başlayan iflaslar, “entegrasyon sorunu”nu daha da öne çıkarmıştır. Son aylarda Almanya’da tartışmaya açılan “paralel toplum”* tezleri bu sorunun ne denli önemsendiğinin açık kanıtıdır.
    Ancak bugün Türkiyeli işçiler sorunu “müslümanlar” sorununa dönüştürülürken, “paralel toplum” adını verdikleri ilişkiler alanında “islamcı sermaye”nin egemenliğini de görmezlikten gelmeye çalışmaktadırlar.
    “Asimile” olduğunu düşündükleri Türkiye kökenli insanlara bakarak “asimile etme” yöntemleri geliştirilmeye çalışılırken, “asimile” olanların nasıl devlet parasıyla bu dönüşüme uğradıklarını araştırma zahmetine bile katlanılmamaktadır. Yıllarca Alman kültür kuruluşlarından alınan paralarla yaşamlarını sürdüren bu “asimile Türkler”e bakarak geliştirilecek her yöntem, daha baştan başarısızlığa mahkumdur.
    Bunlardan daha olumsuz olanı ise, iki yıl önce Paris banliyölerinde başlayan “ayaklanmalar”ın Avrupa’da, özel olarak da Almanya’da yarattığı korkuyla başlayan “din” silahının çekilmiş olmasıdır.
    İster “Avrupa islamı” olarak ifade edilsin, ister Türkiye ve AKP temelli bir “ılımlı islam” olsun, her durumda “din”, entegre olmamışların itaatkar kullar olarak zararsız hale getirilmesinin aracı olarak devreye sokulmak istenmektedir.
    Bunun karşısında “alamancı”nın eğitimsizliği ve eğitime olan kayıtsızlığı, yer yer eğitim karşıtlığı “din” aracının kullanılması için uygun bir zemin oluşturduğu da açıktır.
    Ama doğanın yasasıdır: Her şey zıddıyla birlikte var olur. Bu yüzden Türkiyeliler arasında “islamiyet”in yay-gınlaştırılması, aynı zamanda Türkiye-lilerin yaşadıkları ülkelerde “hıristi-yanlık”ın da yükselişiyle birlikte gelişe-cektir.
    Yapılması gereken ise, Alman toplumsal yaşamından dışlananların, dışlanmışlıklarına yol açan koşulların ve önyargıların ortadan kaldırılmasıdır. “Yabancı kültürleri” Almanlara tanıtmaktan çok, Alman kültürünün ne olduğunun ortaya konulmasıdır önemli olan. Bunlar ise, “Alman öncü kültür” ya da “Avrupa islamı” gibi zorla kabul ettirilmesi gereken bir “entegrasyon yöntemi”nden temelden farklıdır.
    Son olarak şunu da ekleyelim ki, Kürt ulusal sorununu yaşayan bir ülkenin insanlarına, “en iyi entegrasyon asimilasyondur” demek, her türlü asimilasyonu meşrulaştırmak anlamına geldiği de unutulmamalıdır.