Die Gaste, SAYI: 3 / Eylül-Ekim 2008

Bologna Süreci ve Neo-liberal Eğitim Politikası

Emre ERTEM




    Türkiye’de “Erasmus Öğrenci ve Akademik Personel Değişim Programı” ile adını duyuran ve daha sonra Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından hazırlanarak, 3 Temmuz 2006 tarihinde kamuoyuna duyurulan “Yükseköğretim Stratejisi (Taslak) Raporu” ile ete kemiğe bürünen Bologna Süreci, Almanya’da ise kendini üniversite öğrencilerinden alınmaya başlanan harçlar ve Alman yüksek öğrenim sisteminin “uluslararasılaştırma” adı altında ABD yüksek öğrenim siste-mi ile uyumlaştırılması şeklinde göster-di. Türkiye’deki üniversite sistemi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin (ODTÜ) kurulmasıyla başlayan ve 1990’ların başından itibaren çok hızlı ilerleyen bir süreç içerisinde ABD yüksek öğrenimine uyumlaştırıldığı için Almanya’da yaşanan tartışmaların hiçbirine Türkiye’de tanık olunmadı.
    Türkiye’de üniversite öğrencilerinden alınan harçlar ise çok kısıtlı bir öğrenci çevresi tarafından protesto edilirken, üniversite diploması sayesinde sınıf atlayabileceğini düşünen ve bu “bedele” katlanmaya hazır olan alt-orta ve alt gelir seviyesinden gelen öğrenciler tarafından kabullenildi. Üniversiteye gitme imkanını yakalayan öğrencilerin, zaman içerisinde daha fazla orta-üst gelir seviyesindeki ailelerin çocuklarından oluşmasıyla beraber, harçların kaldırılması yönündeki istekler daha az duyulmaya başlandı. Ayrıca küçük Anadolu kentlerinde açılan üniversiteler, çocuklarını mali nedenlerle büyük kentlerdeki üniversitelere gönderemeyecek aileler için bir seçenek oldu.
    Ancak Türk üniversitelerinin içinde bulunduğu durum, kapitalizmin genel işleyişi açısından bile sorunludur. Türk üniversiteleri, mali problemler, akademik personel eksikliği ve sahip oldukları akademik personelin bilimsel nitelikler açıdan yetersiz oluşu gibi sorunlar nedeniyle, Türkiye’deki bağımlı-kapitalist sistemin işleyişini sağlayacak kadroları bile yetiştirememekte, görece iyi bir eğitimden geçmiş kadrolar ise Türkiye’yi terketmektedir. Bu duruma rağmen, hem orta öğretim hem de yüksek öğrenim düzeyinde Türkiye’ye model olarak sunulan Alman sisteminin sınıfsal ayrım üzerine kurulu aşırı dışlayıcı yapısı Almanya’da bile sert eleştirilerle karşı karşıyken, bu eleştirilerin hiç birinin Türkiye’deki medya organlarında yer bulmaması ve ısrarla “herkes üniversiteye gitmek zorunda değil, Almanya’daki gibi meslek eğitimi verelim” şeklindeki açıklamalar sermayenin işleyiş mantığını bilenler için hiç de şaşırtıcı değildir.
    Türkiye’de bu söylemin yüksek öğrenim politikalarındaki yansıması ise Bologna Süreci’ne uyum olarak ortaya çıktı. YÖK tarafından hazırlanan “Yükseköğretim Stratejisi (Taslak) Raporu”, Bologna Süreci ile tamamen uyumludur. Hatta rapor belli bir noktaya kadar sadece Bologna Süreci ile ilgili belgelerin Türkçeleştirilmesinden ibarettir. YÖK raporunun girişinde bir stratejiye ihtiyaç duyulduğu ve üniversitelerin bir dönüşüm yaşaması gerektiğine vurgu yapılıyor ve bu dönüşümden amaçlananlar şu şekilde sıralanıyor:
    • Daha fazla ve daha geniş bir yaş grubuna öğretim vermek
    • Toplumla daha güçlü köprüler kurarak bölgesel ve ulusal kalkınmaya daha fazla katkıda bulunmak
    • Öğretimde mezunların iş bulabilme kapasitesini arttırmak, araştırmada bilgi üretimi yanı sıra uygulamaya yönelmek
    • Paydaşlara hesap verebilen, açık ve saydam yönetişim modelleri geliştirmek
    • Tüm bunları, giderek azalan kamusal kaynaklar ile karşılayabilmek

    Üniversite Konseyleri Derneği'nin YÖK raporu ile ilgili hazırladığı değerlendirme metninde1 de belirtildiği gibi, “bu nedenler sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üniversiteleri yeniden dönüştürmek olarak okunabilir”. YÖK’ün raporunda belirtilen bu amaçlar ile AB’nin Lizbon 2010 hedefleri birebir örtüşmektedir.
    Türkiye’deki üniversitelerin dünyadaki ilk beş yüz üniversite listesi içine giremediği yaygarasına benzer bir şekilde, Almanya’daki öğrencilerin OECD tarafından hazırlanan PISA testinin değişik bölümlerinden düşük puanlar alması sonrası Alman basınında çıkartılan gürültü de, eğitimin piyasalaştırılması için kullanılmaktadır. PISA testi, OECD kriterlerine göre, yani piyasa kriterlerine göre hazırlanmış bir test olduğu için ortaya çıkan değerlendirme de öğrencilerin bilgisini ya da yeteneklerini değil, piyasa için ne kadar uygun olduklarının ölçümünün sonucudur. Başta Türk çocukları olmak üzere, Almanca bilmeyen göçmen çocuklara Almanca öğretmek yerine, onları bilmedikleri bir dil olan Almanca’da seviye tespit sınavlarına tabi tutan ve sorunlu çocukların eğitim alması için kurulmuş özel okullara yollayan Almanya, şimdi de ülkedeki tüm öğrencilerin “piyasaya” uyum sağlamalarını sağlamak için yeni “özel” okullar kurma peşine düşmüş, SPD-Yeşil hükümeti zamanında tamamen önü açılan özel okul ve yüksek okullar, Türkiye’dekine benzer bir bahane ile, eğitim kalitesini arttırmak için, sermayenin, eğitim “sektörüne” girmesi gerektiği söylemi ile normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Bununla da yetinmeyen Alman devleti, –sınıfsal farklılıklara göre şekillenmesinin kaçınılmaz olacağı– elit okullar ve yüksek okullar kurmaktadır.
    Hayata geçirilecek projeler PISA testinden alınacak sonuçları düzeltebilir, ancak bu eğitimin kalitesinin ya da eğitimde fırsat eşitliğinin artacağı anlamına gelmemektedir. İlk beş yüz üniversite listesinde 170 üniversite ile ilk sırada bulunan Birleşik Devletler’de, “alt gelir seviyelerinden gelen öğrencilerin %51’i ya 2 yıllık okulları bitirmekte ya da eğitim kalitesi düşük üniversitelere gitmektedir”.
    Almanya’da Hessen eyaletinde Sol Parti’nin (Die Linke) de büyük katkısı ile üniversite harçlarının kaldırılması, neo-liberal uygulamalardan dönmenin mümkün olduğunu göstermek açısından önemli bir gelişme olsa da, AB’nin yapısal politikalarının hayata geçirilmesi önlenmedikçe bu gelişme çok küçük bir kazanım olarak kalacaktır. Bask ülkesinde, Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen üniversite öğrencilerinin (Avrupa Üniversite Öğrencileri Forumu) ilan ettiği Bakaiku deklarasyonu, bir sonraki aşama için bir rehber olarak okunabilir.
    Bologna sürecinin, “Dünya Ticaret Örgütü” gibi uluslararası organizasyonların ve onların GATS (hizmetlerin serbest dolaşımı sözleşmesi) gibi anlaşmalarının, Avrupa Birliği’nin ve onun Bolkenstein direktifi ve Lizbon 2010 hedefinin, Dünya Bankası’nın bir dayatması olduğunu ilan eden Bakaiku deklarasyonu2, Bologna sürecinin hemen durdurulmasını ve bu süreçte atılan adımların geri alınmasını talep etmekte , ve herkesi mücadeleye davet etmektedir.




    Dipnotlar:
     
    1 http://www.unuversitekonseyler.org/sites/default/files/docs/strateji- raporuna-dair.doc
    2
http://www.gaztesarea.net/bereciak/ ikas-legairullra/?page_id=60