Die Gaste, SAYI: 3 / Eylül-Ekim 2008

Türk Dernekleri ve Uyum

Mehmet AYAS




    Son yıllarda Almanya’da uyum konusu tartışılırken kaçınılmaz olarak sık sık göçmen derneklerinin olumlu/olumsuz katkıları vurgulanıyor, beklentiler dile getiriliyor. Uyum konusundaki farklı tanım ve değerlendirmelere girmeden göçmen derneklerinin, konu itibarıyla da yalnız Türk derneklerinin çalışmaları hakkında kısa bir değerlendirme yapmak çok zor. Hele çoğunluk toplumundan, tutumlarındaki eksik veya doğrulara ve hatta yasal engellere girmeden böyle bir değerlendirilmenin yapılması tek taraflı olacaktır. Herşeye rağmen bu yazıyla ‘çuvaldızı’ biraz derneklerimize, daha doğrusu kendimize batırmak istendi. Ayrıca gereksiz bir tartışmaya, suçlamaya girmemek için dernek isimleri de verilmedi.
    İşçi göçünün 47. yılını geride bıraktık. Bu kırk küsür yıl boyunca yüzlerce, binlerce derneklerimiz kuruldu. Dün ve bugün dahil tüm bu derneklerin bence bir ortak paydası var. O da örgütlenmelerin çıkış noktasının hep ‘Türkiye’ olması. Bazı dernekler ise iktidardaki partilerin ve devletinin doğrudan desteğiyle kuruldu. İlk bakışta belki başka ne olabilirdi denilebilen bu durum, aslında konumuz olan ‘uyum’ a katkılarının da temel sorununu ve çıkmazını oluşturuyor.
    Bu aşamalarda Türkiye’de yıllar boyu süren ve bugün bile tam olarak çözümlendiği söylenemeyecek örgütlenme önündeki yasal zorluklar, doğrudan Almanya’ya taşındı. Değim yerindeyse bir dizi Türkiye kökenli politik ve dini örgütlenme şekillileri Almanya’daki yasal ortamdan faydalanarak kuruldular. Yasal olarak kurulan derneklerin çoğu bu kez illegalitelerini sürdürdüler.
    Yetmişli ve seksenli yıllarda hemen hemen her şehirde olan ‘sol’ derneklerden bu gün ayakta kalan yok denecek kadar az. Tıpkı bugünkü gibi o zamanlar da sol dernekler Almanya’nın politik ve sosyal tartışmalarına sırf birer temsilci göndererek katılıp etkilemeye çalıştılar. Çalışmalarının ağırlığını hep Türkiye ve Türkiye’deki gelişmeler belirledi. Bu durum 12 Eylül darbesinden sonra doruk noktasına ulaştı. Türkiye’deki demokratikleşme sürecinde ve dünyadaki değişimlerden sonra etkinlikleri kalmadı denecek kadar azaldı.
    Geriye kalan günümüz derneklerini genel olarak üç grupta toplayabiliriz:
    1° Dini ya da İnanç bazında Kurulan Dernekler
    2° Hemşehri Dernekleri
    3° ve diğerleri (Türk toplumu, Veli ve Öğretmen Dernekleri, Atatürkçü dernekler, vb.)
    Bu sıralama aynı zamanda büyüklükleri/üye sayıları açısından da geçerli. Spor ya da futbol dernekleri çok özel bir alan olduğu için konudışı tutuldu. Genelinde Türklerin örgütlenme oranları en iyi niyetle yüzde 15-20’yi geçmez.
    Büyük kitlelere hitap edebilen hemşehri dernekleri ise, bir nevi yardımseverler derneği. Bulundukları kentlere gerçek-ten de ciddi yardımları oluyor. Ço-cuk okutuyor, okul yapıyor, kimsesizle-re küçümsenmeyecek yardımlar yapıyorlar. Ama bölgelerindeki uyum çalışmalarına katkıları yok denecek kadar az. Son zamanlarda yaşadıkları şehirlerde yavaş yavaş uyum çalışmalarına katkıda bulunmaya başladılarsa da, bu katkı daha çok düşük düzeyde. Düzenledikleri etkinliklere katılan Alman yok denecek kadar az. Böyle bir istekleri olduğu da pek görülmüyor. Ancak çok üst düzeyde Alman temsilciler davet ediliyor.
    3. grupta topladığım kimi dernekler gerçekten de buradaki uyum çalışmalarına ciddi bir şekilde eğilmek istiyorlar. Özellikle de beş insanımızın yandığı Solingen’den sonra Türk toplumunda karalı olarak yeni örgütlenme şekilleri arandı, girişimlerde bulunuldu. Bu da maalesef o dönemde çalışmalara katılan derneklerin ve temsilcilerin kısa vadeli dar düşüncelerinden dolayı istenilen boyuta ulaşamadı, ulaşılamıyor. Bu arayışta bir çıkmaz da ‘Türk lobiciliği’ anlayışının kuruluş aşamasında belirleyici olması. İnsan elbet geldiği ülkeyi savunmak ister bir haksızlıkla karşı karşıya gelirse geldiği ülkeyi savunur. Ama bir vatandaş olarak benim de kimi çıkarlarım söz konusu. Kimi zaman bu geldiğim ülkeye ters de gelebilir. Eğitim, anadili dersi, askerlik, vatandaşlık ve yabancılar yasası vs. Bu gibi konular, geldiğim ülkenin de ciddi sorunu olmalı. Bu konuda yardımcı olması beklenebilir, ama benim asıl sorunum, bana bu konuda yeterince destek vermeyen, artık “buralı oldum“ dediğim ülke ‘Almanya’ ise, hak talebimi ve politikamı ben belirlemeliyim. Almanya’dan hak talep ederken sanki Türkiye istiyormuş gibi bir ortam oluşturulmamalı. Almanya’nın çözüm arayışlarına olumsuz yansıyor. Türkiye Başbakanının son gezisi ve Köln konuşmasının bize nasıl bir yarar getirdiğini veya zarar verdiğini, Alman kamuoyuna nasıl yansıdığını en iyi biz değerlendirebiliriz. Kişisel kanaatim bu gezi ve konuşmaları, bizi Alman toplumundan biraz daha uzaklaştırdığıdır. Özellikle Türkiye’den öğretmen gönderme önerisi tam bir facia.
    Bu konuda yıllarca bana göre çıkmazımız var. Anadili dersleri ile ilgili tasvip edilemeyecek gelişmelere karşı derneklerimizin ortaklaşa düzenlediği son Düsseldorf yürüyüşünü örnek vermek istiyorum. Derneklerimiz haklı olarak isteklerini konuşmacılar (Emel Huber ve Bahattin Gemici) aracılığıyla dile getirdiler. Ama Eyalet parlamentosu karşısında sanki savaşa gider gibi ‘Plevne’ marşları çalıp tıpkı Alman aşırı milliyetçilerin çağrılarına benzer sloganlar atarak nasıl bir hak elde edilebilir? Konumuz Anadili dersi veya somut olarak ‘Türkçe’ dil dersleri. Türkçe’yi biz çocuklarımız savaş marşları öğrensin diye istemiyoruz. Eğitim için, çocuklarımızın hakkı olduğuna inandığımız için istiyoruz. ‘Türkçülük’ ve daha kötüsü şovenizm propagandası için değil, özlemini çektiğimiz ülkeyle sağlıklı diyalog kurabilmek, her ülkenin olduğu gibi bizim de çağdaş, hümanist kültür değerlerimizin öğretilmesi için istiyoruz. Hem ‘Türkçülük’ propagandasının yapıldığı bir anadili dersini Almanya niye verdirsin? Türkiye’ de böyle bir şey mümkün mü?
    Son olarak da dini dernekler ve içinde bulundukları kimi ciddi sorunlara değinmek gerekiyor. Bence bu konu, şu andaki en büyük sıkıntılı konularımızdan biri. Bu dernekler bir yandan büyük bir Türk kitlesine hitap ediyor, diğer yandan da yapıları, bu kitlelerin sorunlarına cevap veremeyecek durumda. Ayrıca dini derneklerin iki grup dışında hala belli bir ‘gizlilik/illegalite’ anlayışlarını sürdürmesi söz konusu. Nedeni de Türkiye Cumhuriyeti yasalarından kaynaklanan yasaklamalar veya kısıtlamalar.
    Dini derneklerin bir kısmı amaçları konusunda ister istemez açık olamıyorlar. Hatta kimi dini kökenli dernekler dini bir dernek olduklarını ve Türkiye’den gelen kaynaklarını reddediyor, “amacımız yalnız Türk çocuklarının eğitimine yardım etmek” diyorlar. Türkiye’den aldıkları maddi ve manevi desteği kesinlikle reddediyorlar. Çevrelerindeki insanların inanmadıklarını, bağlı oldukları cemaat ve grupların bilmelerine rağmen bunu inatla sürdürüyorlar. Bunda belki de illegalitenin verdiği çekiciliğin etkisiyle, herkesi dünya görüşleri doğrultusunda ‘örgütlemeyi’ planlıyor, çok eleştirenleri de karalamayı sürdürüyorlar. Kanaatimce ‘illegal’ örgütlenme insan psikolojisini bozuyor, toplumu ‘biz’ ve ‘onlar’ yada ‘örgütlenebilir’ ya da ‘’örgütlenemez’ dercesine gruplara bölüyor, açık ve inandırıcı tartışmaların önünü kesiyor.
    Bir kısım dini/veya inanç kökenli derneklerin diğer bir sorunu da ekonomi alanındaki faaliyetleri. Nasıl olur ki bir dini üst örgütlenmenin/derneğin milyonlarca geliri oluyor, ama kaynak olarak yalnız bağışları gösteriyor? Bu bağışı kimlerin yaptığı ise sır. Almanya dernekler yasası bu konuda açık. Örgütlenmeleri önünde bir yasaklama söz konusu değil. Uyulması gereken yasalar belli, ama bir kuruluş, vergi daireleriyle anlaşarak milyonlarca Euro’luk vergi cezası ödüyorsak, vatandaş olarak da kaynaklarını sormak hakkımız. On binlerce Euro’luk yemek davetiyelerinin kaynakları yalnız vergi dairelerinin sorunu olmamalı. Vatandaşlar da soracak kaynağını. Bu tür davranışlarla güvensizlik doruk noktaya ulaşıyor. Yasal olarak hiçbir geliri gözükmeyen temsilcilerin lüks arabalarla dolaşmaları soru işaretleri doğuruyor.
    Şahsen bu tür dini derneklerin Al-manya’daki uyum tartışmalarına olumlu katkıda bulunacaklarına inancım az. Biliyorum ki, bu derneklerdeki kimi kişiler bu sorunu dernekleri içinde dile getiriyor, ama başarılı olamıyorlar. O yüzden de bu kişiler zamanla derneklerdeki görevlerinden uzaklaş(tırıl)ıyor.
    Bu tür yarı gizli, yarı açık kimi derneklerin faaliyetleri, ancak Türkiye’de bu konuda bir gelişme olursa açık olabilir. Almanya’nın Türk dini dernekleri kiliseleştirme çabaları da ancak ve ancak Türkiye’den gelecek değişmelerle sağlanabilir. Diyanetin yıllarca dışladığı bu tür dini derneklerle son dönemdeki ilişkileri bunda bir adım gibi görülse de, sorunun çözümü daha çok uzak gibi görünüyor.
    Özetle, tüm Türk derneklerin bugünkü yapıları, anlayışları, aralarındaki kısır ve kısa vadeli rekabet anlayışlarıyla Almanya’daki uyum tartışmalarında gerektiği gibi etkili olabilecekleri mümkün görünmüyor. Ortada karşılıklı bir güven sorunu var. Çözümü, burada yetişen, dar tartışmalardan uzak kalmış, ‘cemaatçi’ ya da tek tip insan yetiştirmek isteyen gruplardan kurtulabilmiş yeni neslin kendilerinin öncü olduğu bir yapılanmada görüyorum. Bu tür örgütlenme hem geldiğimiz ülkenin çıkarlarını hem de yeni vatanımızın çıkarlarını aynı paydaya yerleştirebilmelidir.