Die Gaste, SAYI: 4 / Kasım-Aralık 2008

İki dilli veya çok dilli eğitim:
Günümüzde hala olanaklı mı? II

İmdat ULUSOY




    İsviçre’de iki dilli bir ailenin çocuğuna devletin resmi okullarında en az iki dil daha öğretiliyor. Devletin tanıdığı hak ve olanaklarla oluyor bunlar. Oysa bir başka çarpıcı örnekte olduğu gibi, Ortadoğu’nun Paris’i diye bilinen Lübnan’da çocuklar günlük yaşamda bizzat fiili olarak çok dilli ortamda yaşadıkları için, iki veya daha fazla dili sokakta bile kapıp öğreniyorlar.
    Kimi çocuklar kendi anadillerini reddediyorlar. Neden? Almanca çocuk için ikinci bir dil, ama okulda ve yaşamın her alanında hem birinci dil, hem de üstün ve baskın dil. Bu dil, örneğin okulda sistematik olarak öğretiliyor ve çocuğun evde anne veya babasından yüzeysel Türkçe öğrenmesine hiç benzemiyor. O yüzden daha etkili oluyor. Elbette bir başka nedeni daha var. Çocuklar sosyal çevrelerinden de gelen benzer haksız yargılar ve hatta baskılar nedeniyle çoğu kez anadilinde konuşmayı reddediyorlar.Anadilleri de kendileri gibi hor görülüyor, dışlanıyor.Çocuklar bunu seziyorlar ve yaşıyorlar.Birazda bu nedenlerle konuşmak istemiyorlar. Yani anne ve baba çocukla Türkçe konuşsa bile, çocuk Almanca karşılık veriyor. Bu da anne ve babayı korkutuyor ve anne-babalar çocuklarına kendi kültürlerini veremeyeceği ve onların bu toplumda eriyip gideceği duygusuna kapılıyor. Evdeki baskının şiddetlendiği durumlarda anne - baba ile çocuk arasında ilişkiler kopabiliyor. Bu da çocuğun gelecekteki yaşamını olumsuz etkileyerek, ruhsal bunalımlara girmesine yol açabiliyor.
    Peki bu durumda ne yapmak gerekir? En önemlisi, her şeyden önce çocukları zorlamamak gerekir. Hele birdenbire Türkçe konuşmak istemediği için çocuğu cezalandırmaya kalkmak çok yanlış! Zorlama ve cezalandırma ile ulaşılmak istenenin tam tersi bir sonuca varılacaktır. Çocuk dikleşecek, belki de saldırgan bir davranışla karşılık verecektir. Oysa çocuk Almanca konuşmakta ısrar etse bile, anne ve babanın sakince ve kararlılıkla, kızgınlığını ya da kırgınlığını belli etmeden çocukla kendi anadillerini de konuşmaya devam etmeleri gerekir. Bu gerçekten çok önemli bir faktördür. Çocuklar duyarlı antenleri olan son derece duygulu yaratıklardır. Toplumda hangi dilin sevildiğini, değer verildiğini buna karşılık hangisinin olumsuz karşılanıp aşağılandığını ya da hoşgörü ile bakılmadığını hemen sezerler. Örneğin bir çocuk, Türkçe konuştuğu için okulda ve toplumda olumsuz davranışlara ve baskıya maruz kalıyorsa, kendini savunmak için anadilinde konuşmaktan vazgeçer. Toplumda rağbet görmeyen bir dili konuşmamakla –ki bu Türkçe, Rusça, Arapça, ya da başka bir dil de olabilir– kendini savunduğunu ya da koruduğunu düşünür. Biz yabancıların konuştuğu diller de, –örneğin “ayrıcalıklı yabancı diller” olan İngilizce, Fransızca vb. gibi– içinde bulunduğumuz toplum tarafından hoşgörü, ilgi ve hayranlıkla karşılansaydı, böyle bir sorunumuz olmazdı mutlaka.
    O yüzden bazı öğrenciler, okullarında geldiği ülkeyi ve anadilini gizlemeyi yeğlemektedir. Tabii kimi okullardaki bazı komik ve dışlayıcı uygulamalar, örneğin „ Kim anadilinde bir sözcük konuşursa ceza olarak şu kadar para verecektir gibi - ürkütücü ve dayanaksız önlemler de böylesi davranışlara sadece tüy dikiyor. Bu tür dışlamaların sonucu olarak, özellikle gençler dinci ya da milliyetçi odaklara yöneliyorsa, bunun sorumlularının kalkıp da, “Gençler neden böylesi akım ya da örgütlere katılıyorlar?” diye sormaya hakları bile yoktur.
    Onlara gelince, yani baştakiler, her ülkede olduğu gibi, bizleri yönettikleri sananlara ve ürettikleri politikalarla, bir vuruşta elli yıllık tüm sorunları hallettikleri sananlara gelince... Her şeyin doğası gereği bir akarsuyun yoluna devam ettiği gibi, göç olayındaki kalıcılaşma süreci de ağrılı sancılı sürüyor ve eninde sonunda yatağına yerleşecek, toplumun ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçası olarak kendini kabul ettirecek, hem de bunu inkar eden politikacıların tüm körlüğüne ve inatlarına karşın. Günümüz toplumlarında çok dillilik ve çok kültürlülük olgusu kendini kabul ettirecektir. Yıllarca göç olgusunu inkar edenler bugün hayatın gerçeklerinin dayatması karşısında nasıl ki, “52 yıl göç olgusu karşısında sadece uyumuşuz“ diye günah çıkararak bu olguyu kabul etmek zorunda kalmışlarsa; işte bu süreçteki yeni ve diğer çözümlenmemiş sorunlar da kendi gerçekliğini yine aynı şekilde söke söke kabul ettireceklerdir. Çünkü yaşamın akışı ve değişim, geçici olarak engellenebilir, ama bunu durdurmak asla mümkün değildir...
    Bize gelince, karamsar bir tabloyla karşı karşıya kalmış gibi olmayalım. Tüm bu sorunlara karşın çok olumlu ve güzel örnekleri de her gün yaşayıp görüyoruz. İki veya daha fazla dili pırıl pırıl konuşup bu toplumda kendilerini yaşamın her alanında kanıtlayan örnekler hiç de öyle küçümsenip azımsanacak kadar değiller. Hep olumsuz örnekler ön plana çıkarıldığı için bu olumlu örnekler maksatlı ve bilinçli olarak gözardı ediliyor. Görülmek ve gösterilmek istenmiyor. Bilimsel olarak, el yordamıyla veya pratikten öğrenilenlerle , bu sorunlara uygun çözüm üreten kişi ve kurumlar da var elbette. Hem de sayıları yüzlerce, binlerce...
    Yaşamın gerçekliğinin ve deneyimlerinin getirip hepimizin önüne koyduğu öğrenilecek o kadar çok bilgiler ve birikimler var ki, yeter ki bunlardan öğrenmesini ve yararlanmasını bilelim.
    Her alanda kendi yaşıtlarıyla başabaş ileriye koşan, adeta yarışırcasına geleceği yakalamaya çalışan pırıl pırıl bir gençliğin yolda olduğunu bizler de görmeliyiz, yardımcı ve destek olmalıyız. Bize gösterilen olumsuz kimi örnekler hayatın hepsi olmadığı gibi, gerçeğin de ta kendisi değil. Bunlarla kimseyi yılgınlığa düşüremezler, yeter ki biz kendi kendimizi bu duruma düşürmeyelim. Toplumu yönetenler yıllarca, “göç“ olgusunu inkar edip buna karşı kendi yasalarını çıkardılar, oysa gerçek hayatın yasaları onların bu düşüncesinin iflas ettiğini tekrar tekrar gösterdi ve bunu kabullenmek zorunda kaldılar.
    Umutsuz ya da karamsar olmaya gerek yok; önemli olan yaşamın gerçeklerine ve öğrenmeye karşı açık ve hazır olabilmektir...