Yazının içeriği ne kadar “uyum ve İslam” olsa da, konuya giriş olarak kısaca Avrupa genelinde devlet ve din ilişkisinin anımsatılmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Tarihsel akış içinde farklı anlayışlardan kaynaklanan hukuksal ilke ve uygulamaları aşağıdaki gibi genel olarak sınıflandırabiliriz:
1. Örneğini İngiltere, İsveç vs. gibi ülkelerde gördüğümüz, devlet başkanının aynı zamanda kilise başkanı olduğu “devlet kilisesi modeli”;
2. Devlet ve din ilişkilerinin özel antlaşmalarla düzenlendiği, Almanya, İtalya vs. gibi ülkelerdeki “an(t)laşmalı model”;
3. Devlet ve din ilişkisinin birbirinden ayrıldığı, uygulamasını Türkiye, Fransa vs. gibi ülkelerde gördüğümüz “laik model”.
Almanya’da
Anayasal Konum
Geçtiğimiz yüzyılda uygulanan “an(t)laşmalı model” Weimar Cumhuriyeti ile sürdürülerek katolik kilisesi ile “Konkordat”, protestan kiliseleri ile de “devlet-kilise an(t)laşmaları” ile yeniden düzenlenmiştir.
An(t)laşmalar inanç özgürlüğünün, özerk din-toplulukları aracılığıyla yaşam bulduğu devletin bu topluluklara karşı yansızlığı ilkesine dayanmaktadır. Dinsel alan, kişiye özgü değil, sözde kamusal, ama gerçekte devletin özünde yetkisizleştirildiği alandır. Devlet dinsel toplulukların hukuksal çerçevesini belirleyebilirken, kurumsal işleyişine karışamamaktadır.
Ancak ayrıntıya baktığımızda buraya özgü, devlet ve din ilişkisini görebiliriz. Burada hem bir içiçelik ve hem de yanyanalık sözkonusudur: Kamusal tüzel kişilik statüsü (Körperschaftsstatus) üzerine kurulu konumuyla, örneğin kilise vergisi, okullarda din dersleri, çocuk yuvaları, özel okullar, tanrıbilim fakülteleri gibi buradaki hem içiçeliği ve hem de yanyanalığı açıkça kanıtlamaktadır.
Daha 1926‘larda Weimar Anayasası’nın yedinci yılında, ilkin Ulrich Stutz tarafından devlet ile kilise ilişkisi “aksak bir ayrışım” (hinkende Trennung) olarak nitelendirilmişti.
Bu türdeki eleştirilere rağmen, İkinci Dünya Savası sonrası kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti anayasasınca, bu devlet ve kilise ilişkilerini düzenleyen hukuk olduğu gibi üstlenilmiştir.
“An(t)laşmalı Çözümün” Sıkıntıları ve Tamamlanmamış Alman Sekülerizmi
Latince kökanlamı “çağ” olan “saeculum”, sonraları kilise Latincesinde, devletin kilise varlıklarına el koyması ve dünyevi zaman anlamında değişmiş olup, zamanımızda ise politik anlamda, politikanın dinsellikten arınması, felsefi anlamda dinsel kavramların dünyasallaşması olarak betimlenmekte.
O günün toplumsal gerçekliğinin anayasası, bugünün çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü toplumsal verileriyle örtüşmemektedir.
1920‘lerde neredeyse bütün Almanlar bir kiliseye üyeyken, 2006’lı bir sayısala göre hıristiyan toplumun formal olarak yaklaşık %60’ı bir kiliseye üye olmuş olsa da, kiliseler toplumsal önemlerini yitirerek bir “korkuluk” gibi varlığını korumaya çalışmaktadır.
Söz konusu “an(t)laşmalı modelin” sağladığı kiliselerin ayrıcalıklı konumları sonucu, örneğin Bavyera‘da üst kilise yöneticilerinin yıllık 60 milyon Avroluk ödeneklerinin eyalet devletince ödenmesi, aynı şekilde Baden Württemberg Federal Eyaletince yıllık 100 milyon Avro’luk bir tazminatın, 1803 yılında kilise varlıklarının kamulaştırılmasından dolayı verilmesi gibi çok sayıda benzer başka örnekler de sıralanabilinir.
Almanya
ve İslam
Tarihsel açıdan baktığımızda yüzyıllardır çok düşük sayıda da olsa Almanya’da müslümanlar vardı. Ancak, 19. yüzyılın sonlarında başlayan emperyal politikalar gereği Alman “Kaiseri” II. Wilhelm, bütün dünya müslümanlarının - bilindiği üzere kısa süren - koruyuculuğuna soyunmuştu. Almanya‘daki İslam, II. Dünya Savaşı ertesi endüstriyel iş açığını kapatmaya yönelik başlayan işgücü ve sığınma göçü sonucunda artık giderek gözle görülür ve kalıcı toplumsal bir gerçek olarak algılanmaya başlandı.
Önceleri “arka avlu cami dernekleri” (Hinterhofmoscheen) olarak varolan, yavaş yavaş gelişen ve en sonunda toplumsal bir gerçek olarak varlığını, kara çarşafla, kara sakalla, kadın erkek ayrımıyla açıkça dışavuran görüntüler, ne kimseyi rahatsız ediyordu ve ne de politikacıların gündemindeydi. Sokaktaki bu “insan manzaraları” çoğunluk toplumundaki olumsuz önyargıları daha da güçlendirirken, artık bundan böyle paralel toplumlardan sözedilmeye başlandı.
11 Eylül 2001 terör saldırısı, Alman devlet ve toplumunun göçmenlere bakış açısında bir dönüm noktası oldu ve onları yeni bir birlikte yaşama paradigması arayışına itti.
Yaklaşık 50 yıllık göç sürecinde göçmenlerin demokratik insan haklarını tanımak yerine, (seçme ve seçilme, vatandaşlık, eğitimde fırsat eşitliği, okullarda anadili dersleri gibi), göçmenlere “güvenlik ve dayanışmasızlık” (Illoyalität) kuşkusuyla bakıp, onları dinsel bir kimlikle tanımlayarak, bir “Almanya İslamı”, ilkesel devlet politikası olarak benimsendi. Bu koşullarda göçmenlerin “toplumsal ötekileştirilmesi” de kaçınılmazdı.
Uyum
ve İslam
Üstte sözü edilen bu dönüm noktasının beraberinde getirdiği bu yeni paradigmayı dine indirgenmiş ya da islamlaştırılmış “tepkisel” uyum yaklaşımı olarak nitelendirebiliriz. Bu yeni politik iradenin yaptırımlarını bütün ülkede olduğu gibi örneğin Aşağı Saksonya’da da görmekteyiz. Bu yaptırımların en önemlilerini kısaca şöyle sıralayabiliriz: Yukarıdan aşağıya devlet eliyle anayasal bir kılıf hazırlama amacıyla oluşturulan ve bir “novum” olan yapay İslam Şurası ve onun yapısı, kültürel kimlik /anadili dersleri yerine, dinsel kimlik /Almanca İslam din dersleri gibi…
Sonuç
Sorun İslam sorunu değil, tamamlanmayan devlet ve toplum sekülerizmidir.
“Toplumsal ve siyasal sekülerleşme, devletle dinin ayrışımı bütün toplumun, özellikle de dinsel yaşamayan, din karşıtı olan yurttaşlar gibi devletin ve dinsel toplulukların da kendi yararlarınadır”
(Dr. jur. A. Kamphenkel).
Gerçek anlamda bir uyum için ise, hem çoğunluk toplumunu ve hem de azınlık toplulukları da içeren yeni bir toplumsal uzlaşı (“modus vivendi”) ve demokratik açılım gereklidir.
|