|
|
Die Gaste, SAYI: 6 / Mart-Nisan 2009
|
“Tiyatro, akşam yemeğinden sonra yenilen çerez” değildir
Nihat Bozkurt
“Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak”
N.Hikmet
Nereden başlamalı? Tiyatro gibi bir büyük, bir geniş konudan bahis açmak, çok yönlü bilim ve sanat alanı olan tiyatro üzerine yazmak, esas işi tiyatro olmayan ve üstelik uzun zamandır tiyatro ile uğraşmayan ve de yazma alışkanlığı olmayan biri için bir hayli zor.
“Olur, demiş bulunduk bir yol”. Öte yandan hiç bir şeyin karşılıksız yapılmadığı, her şeye ticari gözle bakıldığı, “Pop Star” enflasyonunun hüküm sürdüğü, her hangi bir televizyon kanalına kapılanmak için hokkabazlıkların yapıldığı, gerçek sanatı pek istemeyen ve sanatı “gazino” eğlencesinden ibaret bilen – ve de öyle anlaşılması işine gelen - dedikodudan sanata fırsat bulamayan “boyalı” basının sunduğu “ günah-bacak-porno” sacayağında beyinlerin kızartıldığı, her türlü yozluğun, basitliğin, soytarılığın reklamla karışık sunulduğu (ücretsiz dağıtılan “Türkçe”, “Türkçe-Almanca” yerel yayınlar) bir zamanda, “Die Gaste” gibi bilimselliğe ve yaşanılan dönemin toplumsal sorunlarına duyarlı davranan, aydın sorumluluğu alan insanların gönüllü katılımıyla çıkarılan bir gazetede yazmanın güzelliğini de kaçırmamak için, haydi bakalım rast gele.
Tiyatro değince: Oyun yazarı, yönetmen, oyuncu, sahne, dekor (dekoratör) giysi (kostüm) makyaj-maske, müziği, ışıklandırma (teknik elemanlar) vb. Her biri kendi başına birer beceri ve ustalık olan, çeşitli sanat ve sahne etmenlerinin ve seyircinin birlikte kotardıkları, yaratıkları bir gösteri sanatı geliyor akla.
Fakat bunların içinde esas olanı, belirleyici olanı bulmamız için, (gerçi bilenler biliyor zaten de) tiyatro nedir sorusuyla başlayalım işe.
Ve baştan şunu belirtelim. “Tiyatro akşam yemeğinden sonra yenilen çerez” değildir, bir kere bu biline..
Bu soruya sağlıklı bir cevap bulabilmek için, işin temeline doğru inmemiz gerekmektedir. O zaman tiyatroyu giysilerinden, süslerinden biraz soyunduralım isterseniz. Tiyatro bir sahne olmadan var olabilir mi? Evet tiyatro için her yer bir sahnedir. Dekor ve giysi olmadan tiyatro yapılabilir mi? Evet. Müziği olmadan, efekt olmadan? Evet. Işıklandırma ve diğer sahne etmenleri olmadan? Evet, bunlarda olmadan tiyatro yaşayabilir. Yazarın metni –teks– olmadan tiyatro yaşayabilir, yapılabilir mi? Evet. Tiyatro tarihine bir göz atılacak olursa çeşitli türde metinsiz tiyatro olduğunu görürüz, anlarız.
Peki ya oyuncu olmadan tiyatro var olabilir mi? Bugüne kadar olabilir diyen çıkmadı. Ben rastlamadım. Oyuncusuz tiyatro var olamaz. Kukla oyunun da bile cansız figürleri oynatan, onlara can veren bir oyuncu vardır. Seyircisiz tiyatro olur mu? Tiyatronun var olabilmesi için en azından bir seyirci gereklidir, “oyun oynamak”, “gibi yapmak” göstermek, yansıtmak; kim? Kime? Oyuncu, seyirciye. Bundan dolayı seyircide bir oyuncu kadar hareketin ya da sözün bir tiyatro durumuna gelmesinde önemlidir. Oyuncu ile seyirci arasındaki etki-tepki ilişkisi tiyatroyu var eden temel ilkedir.
Oyuncu-seyirci bileşkeni ile tiyatronun en üstün özelliğini, başka bir söylemle, yaşayan organizmalar ilişkisini bulmuş oluyoruz. İşte tiyatronun kaynağı bu yaşayan ilişkilerdedir. Daha anlaşılır ve daha açık bir ifadeyle söylersek, tiyatro işten, üretimden doğmuştur.. Yaşamsal ihtiyaçlarını sağlayan ilkel insanların, onları yaşayan, üreten ve geliştiren eylemlere, duygulara ve düşüncelere karşı takındıkları tavırdadır tiyatronun kaynağı.
Binlerce yıldır doğanın, insan yaşamını sürekli olarak etki altında tutmasına karşı; insan da doğal olanı değiştirerek bir üstünlük sağlama çabası yoluna gider. İlkel insanların avladıkları hayvanlar, dallarından koparılıp toplanan meyvalar, çeşitli doğal afetlere karşı aldıkları önlemler, ateşi bulmaları, kullanmaları, mağaralardan evlere uzanan barınaklar yapmaları, toprağı-madenleri işlemeleri vb. Onların doğaya sağladıkları üstünlüğü gösterir. Giderek bunun da bilincine varmıştır ilkel insan..
Bu bilgisini de –ava gidenler av anında yaşadıklarını, meyva toplayanlar bir ağaca tırmanışı, vahşi bir hayvana karşı korunuşu vb. vb.–, akşam olduğunda, mağarada, bir ateş etrafında veya topluluğun topluca bulunduğu gün ve zamanlar da, bazı hareketler yaparak, sesler çıkararak, yani “gibi yaparak”, “öykünerek”anlatırlar ve yaşananı topluca değerlendirirler.
Bu üstünlüğün anlatımı ilkel insanın birlikte düzenlendiği yalın ve yabanıl gösteriye, oyunlara dönüşür giderek. Bu ilkel oyunlar gittikçe daha belirgin ve düzenli bir durum olarak birer “ritüel”, yani dinsel tören aşamasına doğru gelişir. Bir yandan da bu oyunlardan, insanların vakit geçirmek, eğlenmek için buldukları topluluk oyunları üretilir. Bu oyunlardan “homoludens”, yani oynayan insan doğar..
Böylece bir arada topluca yaşayan insanların, yine topluca katıldıkları bir anlatım aracı çıkar ortaya... Bu iç içe sıcak ilişki, anlatım, “oyun çıkarmaktır”, tiyatrodur yani.
İnsanoğlu (kızlar alınmasın onlarda bu işin içindeler) topluca ortaya çıkardığı bu anlatım biçiminde iki kaynaktan hareket etmektedir: ilki anlatım biçimini düzenleyen, düşünce açısını saptayan ve güncel bir olayı yansıtan “konu” dur. Buna “tarihsel öz” denilmektedir. İkincisi ise insan yaşamının evrensel değerlerini ve var oluşun nedenini araştıran “büyü”dür. Buna da “evrensel öz” deniliyor. Bu iki yan etle-tırnak gibidir, biri olmasa diğeri de olmuyor. Biri eksik olursa yapılan; Aziz Nesin’in değimiyle “fasulyasız fasulya pilakisi pişirme”ye benziyor.
Tiyatro nedir sorusuna cevap ararken eksikleriyle beraber, aşağı yukarı insan denen varlığın dünya sahnesine çıktığından itibaren yaşam serüvenini anlattık her halde. Eh, tiyatro da insan yaşamına tutulan bir ayna değil mi zaten... Aynanın karşısında insan, ayna da insan; ağlayan gülen, kavgacı, sevdalı, acımasız, şefkatli, yumuşak sert, barışçıl, devrici, oportünist vb. vb. Yani sözün özü; özde İNSAN, biçimde İNSAN. Esas olan insandır, belirleyici olan insandır. Tiyatro insandır, diğer etmenler onun hizmetinde vardır. Tiyatro insanla var oluyor, insanla ilerliyor, insanla gelişiyor...
İnsanın bu toplu anlatım biçiminde, hareket ve sesi kullanma evrimi içinde, ses giderek “söze” dönüştü, sözler işaretler, şekiller aracılığıyla yazıya dönüştü ve giderek “bir işaret sistemi “ diyebileceğimiz dil oluştu. “Bir işaret sistemi” demekle insanlar arasında anlaşmaya yarayan bütün araçları göz önüne almış oluruz. Bu araçların içinde en gelişmiş-gelişmekte ve en kullanışlı olanı, “söyleme” yoluyla yapılmakta olanı, yani konuşma dilidir...
Üreten, çalışan insanla başlayıp gelişen, bu günlere getirilen tiyatroda, oyun yerinde; “sahne dilinde” en yaygın, en kullanışlı olanı da konuşma dilidir... Tabiî ki “dans tiyatrosunu”, “kartografi tiyatrosunu “ beden dilini yadsımıyoruz. Fakat illa ki konuşma dili...
O zaman, ister profesyonel olsun, ister amatör olsun (bence amatörlere daha fazla iş düşüyor) göçmen kökenli sanatçılar olarak “ANA DİL”de tiyatro... Neden? Çünkü özünde baskı ve zoru taşıyan Alman devleti ve onun iktidarlarının önceleri açıktan, son beş-on yıldır “entegrasyon” adı altında dayatmacı – yok etme, eritme, asimile politikalarına karşı direnerek, mücadele ederek, ancak bir yerlere varılabileceğinden, demokratik hakların ancak mücadele ile kazanılabileceğinden “inadına ana dil” diyorum..
Alman makamlarına ve Almanlara sempatik ve hoş görmek için yapılan “işler” (!) sonu hüsranla biten şeylerdir ve onur kırıcıdırlar. “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak” inadına mücadele ile gerçekleşebilir ancak...
Bu tespit bazılarına sert ve “dinazorca” gelebilir. Olsun dinazor olmak amiyane deyimle “yalakalık yapmak”tan yeğdir.
Tiyatro’nun dışına mı çıktık dersiniz! Hayır, içindeyiz. Tiyatro sadece olanı değil, olması gerekeni de insanlara iletmekle yükümlüdür.
İnsanınız varsa, her yer oyun yeri, her yer sahne...
Haydi bakalım kolay gele, rast gele...
25.2.2009
|
|
|
| |