Die Gaste, SAYI: 10 / Ocak-Şubat 2010

Söyleşiler II


Koral OKAN



Koral Okan Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Öteki, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
    Biri (der ki) : Merhaba... (Gülerek) Wie gehts’ler gut mu?
    Öteki : Merhaba... Hallo’mun selam (güler). Böyle selama böyle cevap yaraşır !
    Biri : Şaka bir yana. “Die Gaste”de bahsi geçen çifte yarım dillilerden olmadan sohbetimize başlayalım. Nerede kalmıştık?
    Öteki : Tiyatronun siyasal işlevindeydik.
    Biri : Konuyu biraz açabilir miyiz?
    Öteki : Peki, önce tragedya kültürünün ortaya çıktığı MÖ 5. yüzyılın, Attika’da ve onun komşuları ile ilişkilerinde, bu kültüre ışık vuran yapısal sosyal yaşamı, sosyal yaşamın, yani insanlar arasındaki ilişkilerin hangi sosyo-ekonomik temellere oturduğunu anlamamız gerek...
    Biri : ... yani bu sosyal olaylar, tragedyanın ortaya çıkışını ve gelişim çizgisini belirliyor, bunu mu demek isteyeceksin?
    Öteki : Geçen kez konuşurken de söylemiştik: Evet! Bu, doğal değil mi? Hemen buraya açıklık getirmek istiyorum; biliyorsundur da, çünkü bir zamanlar öğrenmiştik bunu: Temel, yani buna altyapı diyoruz, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki sosyo-ekonomik düzendir. Üstyapı, toplumun politik, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefi görüşleri ve bunlara tekabül eden politik, hukuksal ve sanatsal gibi diğer kurumlardır. Kısaca, altyapı, sosyo-ekonomik temeldir, üretim ilişkilerinin tümüdür. Ve hukuk düzeni, örf ve âdet, inanç, ahlâk, düşünce, sanat gibi şeyler de toplumun üstyapısını meydana getirirler.1 Yanlış anlamaya fırsat vermeden, hemen şunu da ekleyeyim: “Öncel olan belirlemeden sonra, altyapı ve üstyapı diyalektik birlik içinde gelişmeye devam ederler, yani başlangıçtaki asıl belirleme, etki ve tepkinin diyalektiği içinde birbirlerini etkilemelerine engel teşkil etmez.” “Politika, hukuk, felsefe, din, edebi, sanatsal vb. gelişme, ekonomik olana dayanır. Ama bütün bunlar, birbirlerini ve ekonomik tabanı da etkilerler. Örneğin ekonomik durum sebep, yalnız başına aktif, bütün diğerleri sadece pasif etki değil dirler.”
    Biri : Şimdi, bu esas üzerinde Antik Yunan’a yaklaşırsak...
    Öteki : ... Bu esas üzerinde önce Antik Yunan’daki ekonomik altyapıya bakalım. MÖ 2. binyılın sonları ile 1. binyılın başları arasında, daha önce egemen olan ilkel topluluk düzeni, parçalanmaya ve yok olmaya başlar. Servetler arasındaki farklılaşmanın etkisi ile, daha sonra tarım topluluklarını oluşturacak olan büyük aileler halinde klanlara ayrışırlar, Anadolu’da olduğu gibi, babadan oğula geçen mülk haline gelen toprağı aralarında paylaşırlar. Hazineler ve köleler ele geçirmek için yapılan savaşlar, kabile yaşamının bütünleyici bölümüdür. Savaşların ve ticaretin, tarım ve zanaatçılık temeli üzerinde gelişmesi, servet eşitsizliğini daha çok belirginleştirir.
    İkinci faktör, kölelik düzeniydi.2 Önceden, her kişinin, her bireyin, ancak açlıktan ölmemek için en gerekli olanı üretebildiği zamanlarda, insanın insan tarafından sömürüsü olanaksızdır. Bu yüzden savaş tutsakları hemen her zaman öldürülmekteydiler; yalnız topluluk, insan sayısını artırmakta yarar görüyorsa, o zaman, tutsakları topluluğa “kabul ediyor” ve onlara, öteki üyelerle eşit haklar veriyordu. Ama emek üretkenliğindeki ilerleyiş, bu duruma son verdi; çünkü tutsak, şimdi, kendi tükettiğinden daha fazla maddî değer üretiyordu. Toplumun bir bölümü, toplumsal artı-ürün payından yararlanma hakkını elinden alıp, tutsağı çalışmaya zorlayarak, tutsak tarafından yaratılan ürünleri kendine maledebiliyordu, yani bir başka deyişle, tutsağın emeğini sömürebiliyordu. Onun için, artık savaş tutsakları öldürülmediler, köle haline, yani haklardan yoksun hale ve artı-ürün sağladıkları süre ve ölçüde, topluluğun kendilerine hoşgörü gösterdiği emekçiler kategorisi haline getirildiler.
    Sosyo-ekonomik altyapıyı belirleyen üçüncü faktör, madeni paranın MÖ 7. yüzyılda ortaya çıkışı idi. Lidya’lılar ilk parayı bulan kişilerdir. Lidya krallığı3 , Anadolu’da Simav Çayı, Büyük Menderes Irmağı , İzmir ve Gediz Irmağı ile çevrelenen bölgede, yani Frigya ile Antik Yunan kolonileri arasında kurulmuştu. Herodot, Lidya’lıların Fırat ve Mezopotamya’dan gelen kolonistler olduğunu iddia etmektedir. Diğer bir iddiaya göre Lidya bölgesinin oluşumu Antik Yunan kavimlerinin Anadolu’nun Ege kıyılarında koloniler kurmaya başlamalarından öncesine dayanmaktadır ve bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karya’ lıların Anadolu‘nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasındaki mutabakat genişlemektedir. Dilbilim araştırmaları Karya dilinin, komşu Lidya ve Likya ve daha kuzeydeki Misya dilleri gibi, Hitit’lerin ardılı Luvi dilinden türemiş yerli bir Anadolu dili olduğunun kanıtlarını ortaya koymuştur.
    Mitoloji, Lidya krallarının atalarının Kibele’ye4 dayandığını söylemektedir. Tarihte, Akdeniz çevresinde, Asya’da ve kuzey ülkelerinde birçok kültür ve uygarlıkta bu “Ana Tanrıça“’ya çeşitli isimlerle karşılaşmak mümkündür. Mitolojide, tanrı Dionysos’un annesidir. Anadolu’da yapılan kazılar, ana tanrıça figürünün M.Ö. 6500 - 7000’lere kadar dayandığını ortaya çıkartmıştır. Örneğin Hitit’ler tarafından tapınılan Kubaba, tartışmalı da olsa, çok sonraları oluşacak Kibele’ye öncülük eden figürlerden biri sayılır. Ana tanrıça Kibele Ana Çumralıdır, yani Çatalhöyük’lü. En yaygın kullanımı Frigya uygarlığındadır.5
    Lidyalıların Antik Yunanlılarla en fazla ilişki kurdukları dönem, Kroisos (560-547) dönemidir. Kroisos, Iyonya kent devletlerine karşı saldırgan bir politika izlemiş, fakat adalarda oturanlarla iyi ilişkiler içine girmiştir. Lidya devletini gücünün doruğuna ulaştıran Kroisos’un adı, şaşaalı zenginlik ifade eder tarzda, hem Batı kültürlerinde hem de Karun şeklinde Doğu kültürlerinde efsaneleşmiştir.
    Antik Yunan’da önceden değişim birimi olarak, sayılabilen metalar, yani sığır, koyun, veya çuval birimleri içinde tahıl ürünleri kullanılıyordu...
    Biri : ... yani, örnek olarak, tüccar, koyun alarak bunları Anadolu’da satmak istediğinde, örnektir ya, bir koyuna üç orta boy torba buğday ödüyordu.
    Öteki: Aynen böyle, ama giderek, bu değişim şeklini kolaylaştırmak için, madenlerden çıkan ürünlerden yapılan madeni çivi ve ok uçlarını değişim maddesi olarak kullandılar. Bunlardan altı tanesi bir avucu doldurduğu için bir “drahme” (“bir avuç dolusu” demektir ve şimdi de Yunanistan’da birim paranın adıdır) değişim birimi olarak kabul ediliyordu. Lidya’da “elektron” maddesinden yapılma (sadece Anadolu’da raslanan, altın ve gümüş karışımı) madeni paranın ortaya çıkışını duyan Attika kralı Argos, M.Ö. 7 yüzyılda gümüş madeninden basılan parayı ortaya çıkartmıştır. Sonradan büyük itibar kazanıp Lidya parasının yerine geçen Attika drahmesi, bir tarafında tanrı Athene’nin, diğer tarafında da baykuş tasvirini taşımaktaydı.6
    Şimdi artık tüccar, gemiye doldurduğu koyunları, mal değişimin yerine, her tarafta tanınan ve itibar gören drahme ile ödüyordu. Bu, onun itibarını ve malının değerini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda ticaret dönemini hızlandırıyordu. Parayla birlikte, “kredi sistemi” de ortaya çıktı. Tüccar, örneğin Anadolu iyonlarına götüreceği mal ile doldurduğu geminin mal değerini “aristokrat yatırımcı” veya başka bir tüccar tarafından “finanse” ettiriyor, mallar gittikleri yerde drahme ile ödendikten sonra malın değerinin üstüne “faiz” koyarak geri ödüyordu.
    Tefeci tüccarlar, pazar yerlerinde bir tezgah açıp (= Almanca: “Bank”) burada, karşılığı üzerinden, kredi veriyorlardı.
    Paranın ortaya çıkışı, yüksek bir değişim düzeyine tanıklık ediyor. “Borçlanma”, “tefecilik”, “ipotek”, v.s. hepsi birden ortaya çıkıyordu. Yeni ekonomik koşullar, kaçınılmaz olarak, yeni toplumsal biçimler yaratıyordu
    M.Ö. 6 yüzyılla birlikte toprağa dayalı sınıfların iktidarı yerine ticarete ve paraya hükmeden sınıfların gücünü simgeleyen “tiranlık”lar dönemi başladı. Genellikle dış ticaretle geçinen ya da onun sayesinde zenginleşen ve güçlenen sınıflar, iktidarda sadece kan bağına dayalı ayrıcalıklarıyla tutunan soylularla bir iktidar mücadelesine giriştiler. Atinalı bir aristokrat olan ama ticaretten zenginleşen Solon, bu iki sınıfı uzlaştırmayı denedi ama başarısız oldu.
    Biri : Bu sırada, Antik Yunan dünyasının hukuksal açıdan sınıfsal yapısı nasıldı?
    Öteki: Şöyle bir kategori oluşmuştu:7
    a) Toprak sahipliğiyle özdeş olan “Yurttaşlar” (politai), sitenin yerli halkını oluşturan ve belli haklara sahip olan özgür kişilerdir. Bu sınıf, daha sonraları sosyo-ekonomik farklılaşmalar sonucunda kendi içinde bölünmüş ve içinden yönetim mekanizmasını elinde tutan “Soylular” (eupatrid) çıkmıştır. Şarap ve zeytinyağı üretiminden büyük kazançlar sağlayarak, geniş toprakları ellerinde toplayıp, siteye hükmeden soylu sınıfı, soylular (eupatrid), toprak beyleri (geomor), atlılar (hippeis) olarak belirlenmişlerdir.
    b) Siteye dışarıdan gelip yerleşmiş, genellikle zanaat, ticaret işleriyle uğraşan ve varlıklı bir kesim olan “Yabancılar” (metoikos). Toplam nüfusun onda birini oluşturan bir kesim olan yabancılar, özgür olmalarına karşın, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip olmamışlardır. Özgürlükleri bağışlanan köleler de bu kesimin içinde yer almıştır.
    c) Üçüncü kesimi, hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan, üretim araçlarını kullanan, daha doğrusu kendisi üretim aracı olan “Köleler” oluşturmuştur. Bu kesim, özellikle ticaret ve endüstri sektöründe verdikleri emekle büyük atılım göstermiş, sayıları Atina gibi sitelerde hızla artmış, toplam nüfusun üçte biri kadar olmuştur. Üretimin büyük ölçüde köle emeğine dayalı olduğu Antik Yunan’da, kölelik siyasal bir olgu olarak değil, doğal bir kurum olarak görülmüştür. Bu nedenle, kölelerin durumunu düzeltmekten yana düşünürler olsa da, onların da özgür olmasını savunan düşünürlere rastlanmamaktadır.
    İç pazarın daralması, sınıfsal dengelerin değişmesi, sosyal yapının farklılaşmasının önünü açan nedenleri oluşturur. Çünkü soyluların katı tutumu, zaman zaman ezilen kesimin başkaldırmasına ve hatta geçici de olsa iktidarı ele geçirmelerine yol açmıştır. Örneğin, M. Ö. 640 yılında Megara’da yoksul köylüler, Theagenes’in yönetiminde ayaklanmış ve kısa zamanda iktidarı alarak zengin toprak sahiplerinin mal ve mülklerine elkoymuşlardır. Bu anlamda gelişim çizgisi içinde, soylulara karşı önemli bir muhalefeti başlatıp sürdürenler, kentte oturan çeşitli meslek sahipleri (demiurgoi) olmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz ekonominin canlanmasıyla birlikte zenginleşip büyüyen orta sınıf, özellikle tüccarlarla zanaatkarlardan oluşmuştur. Toprakları ve atları olmayan bu sınıf, sınıfsal savunmasını ancak ağır piyade (hoplit) şeklinde silahlanarak gerçekleştirmiştir. Sayısal üstünlükleri ve falanj (birleşmiş bir kitle durumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derinlemesine sekiz sıradan oluşturulan ve omuz omuza savaşan askerlerden kurulu piyade) düzeninde savaşmalarından dolayı süvarilere karşı kendilerini savunabilen bu sınıfın, böyle bir gücü örgütleyebilmesi, toplumsal prestijinin artmasında önemli bir rol oynamıştır.
    Soylular (eupatrid) ile bu orta sınıfın (demiurgoi) çıkarlarının birbiriyle uzlaşmasına rağmen, bu iki sınıfın zaman zaman siyasal ideolojik düzeyde kanlı çatışmalara varan çelişkileri kaçınılmaz olmuştur. Bu çatışmalarda orta sınıfın (demiurgoi) arkasına kente göçmüş yoksul köylüleri (thetes) ve küçük topraklara sahip olan köylüleri (georgoi) almış olması önemli bir tarihsel olgudur.
    Geldiğimiz noktada Yurttaşların (politai) kendi aralarında dört sosyal sınıfa ayrıldıklarını söylemek mümkün gözüküyor:
    a) Büyük toprak sahibi soylular, yani eupatrid’ler, b) Ticaret ve zanaatlarla zenginleşen kentli orta sınıf, yani demiurgoi, c) Küçük toprakları olan yoksul köylüler, yani georgoi, d) Toprakları ve belli bir işleri olmayan kentli emekçiler, yani thetes’ler.
    Biri : Solon reformları bu doğrultuda, yurtdaşların konumunu güçlendiriyor!!?
    Öteki: Aslında, önce böylesi bir görünüm mevcut... Yasa koyucu (nomothet) Solon, ilk olarak, özgür bir babadan olan hiç kimsenin, borçlanma yüzünden, köle durumuna indirgenemeyeceği ilkesini getirir. Böylelikle, borç köleliği kaldırılmış, haksızlığa uğrayan kişinin herkesçe korunabilmesine ve her kişinin bir memurun verdiği bir karar karşısında mahkemeye başvurabilmesine ilişkin yasal önlemler alınmış olur. Artık kişilerin güvenliği güvence altına alınmıştır.
    Ekonomik bakımdan getirilen düzenlemelerde alınan önlemler, kalkınmayı, siyasi istikrarı sağlamaksızın gerçekleştirilemeyecek bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bu temelde yapılan ekonomik reformların ilki, toprakların küçük bir azınlık elinde toplanmasını engellemeye çalışan, kişisel toprak mülkiyetine getirilen sınırlama olmuştur. Ayrıca, iç pazardaki ürünlerin fiyat artışının önünün kesilebilmesi için, tahılın dışsatımına yasak getirilmiştir. Solon, ekonomik canlılığı sağlayabilmek için, yeni iş alanlarının açılmasını şart koşmuş ve zanaatkarlara kolaylıklar sağlanmış, yabancı zanaatkarların gelip Atina’ya yerleşmeleri doğrultusunda yüreklendirici politikalar uygulamaya konulmuştur.
    Bu reformlar, özellikle yurttaşların siyasal yaşama katılımını sağlamıştır. Ancak, reformlar, yurttaşları servet ölçütüne göre kendi aralarında dört sınıfa ayırmıştır. Artık gelir miktarına ve zenginliğine göre, toplumsal yaşayış içindeki bireyin yeri belirlenmiş oluyordu. Solon, reformlarıyla hiçbir sınıfın çıkarını gözetmediğini, yalnızca toplumsal uzlaşmayı amaçladığını şu sözlerle savunuyordu: ‘Halka yetecek kadar hak verdim; ölçüyü ne dar tuttum, ne de bol. Gücü ellerinde tutanlara, zenginlikleri ile göz kamaştıranlara yakışığından çok hiç bir şey almayın dedim. Her iki yanı da sağlam kalkanla korudum, haksız olarak hiçbirine ötekini ezdirmedim... İyi ya da kötü her yurttaş için dosdoğru bir adalet sağlayan yasalar koydum... Ben, döğüşen iki düşman dizisinin arasında bir sınır taşı gibi dikildim, durdum.’ 8
    Biri : (Gülerek) ... Tanrısal bir tavır !!!
    Öteki: ... Dikkat et ! Atinalı bir aristokratın, hem de ticaretle zenginleşen bir aristokratın sınıf değiştirdiğini mi sanıyorsun? Solon’un kendini sınıflar ötesinde tanımlayışı ve tüm sınıflara mesafeli durduğunu iddia eden bir aklı kendinde sembolize etmesi, belki de gerçekten onu “tanrısal” kılıyordu. Ancak, Solon’un bu aklı “hangi gelir düzeyindeydi” ve bu aklın bir servet birikimi yok ise, ne yer, ne içerdi? Her şeyin ötesinde tanımladığı reformlarının sonuçları belliydi. Dikkat edilmesi ve anlaşılması gereken şudur ki, Solon’un reformları, soyluların elinde bulunan iktidarın statükosunu korumasının yanında kentsoylu zenginlerin hem siyasal yaşama etkin bir biçimde katılımını sağlamış, hem de ekonomik açıdan güçlenmelerine yol açmıştır.
    Ama anlaşılan odur ki, Solon’un anayasası eski kurumları koruduğu gibi, aynı zamanda bu kurumlara ek olarak yeni kurumlar kazandırmıştır. Özellikle, ileride netleşecek olan kurumlar, yurttaşları politize eden oluşumlardı. Bunlardan ilki, halk meclisiydi (ekklesia). Adından da anlaşılacağı gibi, parçalılığı, farklı sınıfsal konumların bir birleşimini ifade eden halk meclisi, yurttaşların dört sınıfının da katılabildiği, yasama yetkisine ve devlet görevlilerini seçme hakkına sahip olan bir kurultaydı. Teorik açıdan güçlü gözüken bu meclis, aslında, pratikte önemsiz bir kurumdu. Meclisin kalabalıklığı ve farklı seslerin bir birleşimi olmasından dolayı, bütün sorunların çözümünün bulunup karara bağlanabilmesi mümkün olamamıştır.
    Halk meclisinin bu sonuçsuzluğunun karşısında belirleyici olan yine diğer kurumlar olmuştur. Bunlardan birisi, anayasa mahkemesi niteliğinde olan, yasaların bekçiliğini yapan arkhon’ların (sitenin yürütme işlerini üstlenen, bir yıllığına, soylular arasından seçilen üç devlet görevlisine verilen ad; sayıları sonradan dokuza çıkarılacak olan ve kendi adlarıyla anılan arkhon’ların görevleri şöyledir: Yurttaşlar arasındaki hukuk davalarına bakmak, başkomutan ve askerlik işlerini üstlenmek, din işlerine bakmakla görevli olan devlet memurluğu yapmak) ömür boyu üyesi olduğu bir kuruldu. “Areopagus” diye adlandırılan bu kurul, devlet işlerini denetlemekle ve anayasaya karşı suç işleyenleri yargılamakla yükümlüydü. Hatta ağır suçlu bulduğu şahısları yurttaşlıktan çıkarabilme yetkisine bile sahipti.
    Halk meclisinin gündemini, yani görüşeceği yasa ve karar tasarılarını belirlemekle yükümlü olan dörtyüzler meclisi (bule), her dört Attika kabilesinden ilk üç sınıf üyesi 100’er kişinin seçilmesiyle oluşuyordu. Yine soylular bu mecliste ağırlığı oluşturuyorlardı. Çünkü, seçim bölgelerini soyluların etkili oldukları kabilelerin meydana getirmesinin bir sonucuydu bu.
    Yüksek yönetici devlet memurlarını, yürütme işlerine bakan 9 arkhon, komutanlar (strategos) ve maliye gibi işlerle ilgilenenler oluşturuyordu. Görevlerinin karşılığı para almayan bu memurlar, genellikle, çalışıp para kazanmak zorunda olmayan, yani büyük toprak sahibi soylulardan ve bir ölçüde kentsoylu büyük zenginlerden seçilmesi, niteliğinin göstergesidir. Ayrıca, anayasada, bu memurların 1. sınıf yurttaşlardan seçilmesi belirtilmiştir. Tümüyle bu yasaların ve bu yasaları uygulayan kurumların bir yansıması olan, adaleti bu yasalar temelinde uygulayan halk mahkemeleri (heliaia), aristokratik areopagus ile arkhon’ların gücünü yargılama alanında dengeleyen bir kurumdu. 501’e kadar jüri üye sayısına ulaşan bu mahkemelere her yurttaş, kura ile bir yıllığına seçilebilmektedir.
    Bir nevi toplumsal sözleşme niteliği taşıyan anayasal reformların, sınıfsal uzlaşmayı sağlamadığı çok geçmeden ortaya çıkmıştı. Yasaların yazılı hale getirilmesi, sınıfsal çelişkileri ortadan kaldırmadığı gibi, çelişkilerin varlığını belgeleyen bir metin olmuştu. Çatışmaların tekrardan hızlanması, sınıfsal yapıların yeniden örgütlenişine, yani yeni siyasal oluşumların belirmesine kadar gelmişti. Bu oluşumlar, üç siyasal güç, resmi olmasa da üç “parti” niteliğini gösteriyordu. Toplumsal sınıfları temsil eden bu oluşumların her birinin başında büyük bir aile bulunuyordu.
    Aynı zamanda, sitenin üç ayrı bölgesinin, üç ayrı coğrafyanın örgütlenmesiydi bunlar. Ovada çiftlikleri bulunan ve oligarşiye geri dönmeyi hedefleyen, liderliğini Philais ailesinin yaptığı soylulardan oluşan örgütlenmeye Pediak’lar deniyordu. Megakles’in önderliğinde örgütlenmiş olan Parali’ler, deniz kıyısında oturan orta sınıfı temsil ediyorlardı. Dağlık bölgede yaşayan, yeterli toprağı olmayan köylüler ve diğer yoksul yurttaşlara dayanan Diakri’ler ise, Peisistratos’un9 önderliğinde örgütlenmişlerdi. Askeri yetenekleri olan Peisistratos, geniş bir tabanın desteğini alarak, M.Ö. 560’ta bir darbe ile Atina’da iktidara gelmiştir.

(Devam edecek...)





    Dipnotlar:


    1 Bkz. Karl Marx: Zur Kritik der politischen Ökonomie, MEW Bd. 13, S. 8f ve 9f ve Friedrich Engels: Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft, MEW Bd. 20, S. 25.
    2 Bkz. Zubritski... : İlkel, Köleci ve Feodal Toplum Kapitalist Öncesi Biçimler, Sol Yayınları, 2002
    3 http://muzaffertuncunnotdefteri.blogspot.com/
    4 http://tr.wikipedia.org/wiki/Kibele
    5 http://mezopotamya.tripod.com/frigya.htm
    6 http://www.imperiumromanum.com/wirtschaft/geld/geld_ drachmon_01.htm
    7 http://de.wikipedia.org/wiki/Polis
    8 http://de.wikipedia.org/wiki/Solon
    9 Kai Brodersen: Große Gestalten der griechischen Antike. 58 historische Portraits von Homer bis Kleopatra von Kai Brodersen, C.H.Beck, 1999