|
|
Die Gaste, SAYI: 11 / Mart-Nisan 2010
|
Başarısız Öğrenci Efsanesinin Yararları
[Die nützliche Legende vom Schulversager]
Prof. Dr. Winfried KRONIG
Freiburg Üniversitesi (CH)
Ulusal devlet aidiyeti bağımsız bir pedagojik kategori değildir. O, daha çok, eğitim sisteminin zaman içerisinde kendine özgü bir biçimde yorumlamayı ve bütünleştirmeyi öğrendiği, çağdaş ulusal devletin hukuki tasarısından ödünç alınmış bir sınıflandırmadır. Artık bu sınıflandırma, eğitim sistemi kodlarının sabit bir öğesi olarak yerleşti ve kalıcılaştı.
Nasıl oluyor da göçmen aile çocukları ve gençleri için daha fazla şey yapılır da, onlar buna rağmen eğitim sisteminde daha da başarısız olabilirler?
Nedenlerin, pedagojik sunuların kalitesinden kaynaklanması düşük bir olasılık. Bugün onlar yirmi yıl öncesinden pek de kötü olamazlar. Nedenlerin, aynı zamanda söz konusu çocukların başarım düzeyinden kaynaklanıyor olması da düşük bir olasılık. Çünkü yirmi yıl öncesine kıyasla daha aşağıda değildir. Eğer bu sorular biraz daha iyi anlaşılmak ve olası yanıtların (en azından kaba hatlarıyla) izi bulunmak isteniyorsa, o zaman eğitim sisteminin doğasına bir an için daha yakından bakmak gerekir. İlk olarak söz konusu, kendilerini sundukları biçimden farklı olarak daha az inandırıcı olan kategorilerdir. Gerçi her yıl binlerce çocuk öğrenim engelli olarak teşhis edilmekte. Ama bu, öğrenim engelliliğin tam anlamıyla ne olduğuna ilişkin geçerli bir tanımlama olmadan gerçekleşmekte. Öyle görünüyor ki bu tanımlamanın ne anlama gel- mesi gerektiği, daha çok, bulunulan mekana göre adeta yeniden hesaplanmakta. Bu doğrudan eğitim sisteminin aldığı kararlarla ölçüldüğünde, örneğin sonderschuleye gönderilme oranları karşılaştırıldığında, neyin okul başarısızlığı olduğu konusunda çok değişik yerel görüşlerin bulunduğuna rastlanabilmekte. Böylece öğrenim engelli olarak sınıflandırılma olasılığı eyaletler arasında üç kat kadar ve göçmen aile çocuklarında yedi kat kadar değişkenlik gösterebilmektedir. Bu bağlamda göçmen çocuklarının eğitim başarısı açısından böylece, sonuç itibariyle, sadece, o sevilerek konu edilen köken ülkesi değil, Federal Cumhuriyet’te ikamet edilen yer de en az o kadar belirleyici bir rol oynamaktadır. Eğitimde başarının bulunulan yere olan bağımlılığın bir benzeri, ortaokul düzeyinde gerçekleşen seçicilikte de gözlemlenebilmektedir1. Toplam olarak eğitimdeki istatistiksel karşılaştırmalar, eğitim sisteminde verili kategorilerin, öğrenci- lerin etkin başarım özelliklerine değil, daha çok hazır bulundurulan kontenjanlara endeksli olduğu izlenimini güçlendiriyor. Sadece birkaç kilometrelik bir mesafe, bir hauptschule öğrencisinden bir realschule öğrencisi ve özel eğitim sınıfı öğrencisinden bir normal sınıf öğrencisi yapabilir. Her okul bölgesinde, neredeyse mucize tarzında, öngörülen kontenjanlara her zaman tam eşit sayıda zayıf başarımlı öğrenci bulunmakta.
Ulusal devlet aidiyeti bağımsız bir pedagojik kategori değildir. O, daha çok, eğitim sisteminin zaman içerisinde kendine özgü bir biçimde yorumlamayı ve bütünleştirmeyi öğrendiği, çağdaş ulusal devletin hukuki tasarısından ödünç alınmış bir sınıflandırmadır. Artık bu sınıflandırma, eğitim sistemi kodlarının sabit bir öğesi olarak yerleşti ve kalıcılaştı. Nedensel bağlantı, problem durumları ve bunların kaynağı, tarihsel süreçlerde, geleceğin okul biyografilerini beklentisel kılan ve kariyer tahminlerinin teminatlı var sayıldığı belirgin ve homojen düşünce şekillerine yoğunlaşmaktadır. Neredeyse güvenilir bir devamlılıkla, her yeni kuşak göçmen aile çocuğu ve gencine eğitim piramidinin alt bölümleri tahsis edilmekte. Bu aceleci genelleştirmeleri içeren tartışmanın sonunda, ulusal devlet aidiyetinin kendisi muğlak, ama okul başarısızlıklarının tümünü tanımlayabilen bir etmene dönüşmektedir.
Ama Almanca dil edincine ilişkin az ya da çok ritüelleşmiş bir biçimde sunulan eksikler, artık göçmen ailelerden gelen öğrencilerin güvenilir bir dayanak olarak ele alınabilir bir özelliği değildir. Almanca konuşulan İsviçre’de 2000 öğrenci ile yapılan bir araştırmaya1 göre, Almanca başarımları açısından bu öğrenciler, İşviçreli öğrenci arkadaşlarından ortalamada daha nadir olarak yüksek derece almaktadırlar. Ama göçmen aileden gelen 424 öğrenciden yalnızca biri, en düşük başarımlı İsviçreli çocuktan daha kötü sonuç aldı. En alttaki başarım çeyreğinde her iki gruptan yaklaşık aynı sayıda öğrenci bulunmakta. Göçmen aile çocuklarının Almancada genel olarak zorlandıklarını varsaymak hatalıdır. Benzer şekilde onların yerli arkadaşlarının genel olarak zorlanmadıklarını varsaymak da aynı biçimde hatalıdır. Göç kökenli çocukların sonderschulelere giderek artan sevki, yerli çocukların tanılanması açısından da etkisiz kalmamaktadır. Çünkü aynı zaman diliminde, onların öğrenim engelli olarak tanılanma riski, göze çarpan şekilde, kendi belirgin katkıları olmadan gerilemiştir. Bu tuhaf fenomen, 1970’lerde sosyoloji tarafından “alt katmanlaştırma” olarak adlandırılan süreci anımsatmakta. Bu sonucun yalnızca iş piyasasında değil, eğitim sisteminde de etkin olduğu görülüyor, öyle ki babalar ve anneler için istihdam sisteminde geçerli olan, yerli çocuklar için de okulda geçerli: onlar için yükselebilmeleri yönünde ek imkanlar açılmaktadır. Göçmen çocukları eğitim piramidinin en alt bölümlerine yerleşir yerleşmez, yerli çocuklar yükselmeye ilişkin daha fazla deneyim edinmekte, diğer bir ifadeyle de olumsuz seçicilik durumlarında daha az riske girmektedirler. Bu etki, bir sınıf içerisinde dahi ortaya çıkabilmektedir.
Ortaokula geçişler için de bu geçerli. Yukarıda sözü edilen İşsviçre’deki araştırma, seçme süreçlerinin başarımdan uzak etmenler tarafından bozulduğunu gösterebilmiştir. Elde edilen öğrenim sonuçlarından bağımsız olarak, kökene ait bireysel özellikler eğitim başarısını yapılandırmaktadır. Eşit başarımlarda dahi eğitimin devam edeceği okullara gidebilme ihtimali, imtiyazlı bir İsviçreli aile kızı ile imtiyazsız bir göçmen aileden gelen erkek çocuğu arasında iki buçuk katı kadardır. Hatayı öğretim görevlilerinde aramak basite kaçmak olur. Bugün tüm bilinenlere göre, okul, bunları art niyetli bir keyfilikten ya da kontrolsüz bir ayırımcılık keyfinden yapmıyor. Bunun arkasında daha çok organizasyona yönelik bir hesap yatıyor. Seçicilik ve tahsis kararlarında sosyal köken, açıklama girişimleri için yararlı, gerektiğinde kullanılabilen ama kullanılması zorunlu olmayan bir kaynaktır. Okul, gerçek bireysel başarım özelliklerini bir yana bırakarak, organizasyon ihtiyaçlarına uygun şekilde olumlu ya da olumsuz seçicilik yapmaktadır. Bu nedenle okul, tahminen, zaman zaman başarım ilkesine uymak yerine, onu kendi meşruiyeti için sahneye koyma eğilimi göstermektedir. Bu olgu, örneğin şu an bazı liselerde kapıların neden Türk erkek çocukları için tamamen aralanmış olduğunu açıklamaktadır.
Burada taslağı çizilen gözlemlerle, ba-zı öğrencilerin başarım beklentilerini yerine getiremedikleri katiyen yadsınmamakta. Ama nedeni yalnızca söz konusu çocuklarda gören, fazlasıyla sıradanlaşmış sorun tanımlamaları, eğitim sisteminde iyi belgelenebilmiş fenomenleri açıklayamamaktadır. Yine de başarılı ve başarısız öğrenci olgusuna yönelik rahata kaçan kesin bilgi, inatla varlığını sürdürmekte. Kim bilir belki de bunlar, eğitim sisteminin işlevi ve onun yararına olduğu için böyledir. Sıkça üzerinde yakınılan başarımda heterojenlik pedagojik bir sorundur. Ama o, organizasyon işleri açısından daha çok bir çözüm olarak görünmekte. Başarımda heterojenlik, öğrenci akımlarının esnek yönlendirmesini başarılı bir şekilde mümkün ve meşru kılmaktadır. Özel durumlarda göçmen aile çocuklarının pedagojik teşviki pekala başarılı olabilir, ama bu pedagojik teşvik onlara yine de eğitimde sadece mütevazi bir kariyer sunabilir.
Muhtemelen sonuçta zayıf öğrenci ve iyi öğrenci daha çok pedagojik kategori değil, eğitim politikasına ilişkin boyutlardır.
Çeviri: Die Gaste
|
|
|
|