Die Gaste, SAYI: 11 / Mart-Nisan 2010

İki Söyleşi

Nihat BOZKURT




    Sanatçı toplumsal sorunların çözümleyicisi olarak çıkmaz ortaya. Ancak sadece olaylara tanıklık etmekte değildir yaptığı. Sanatçı aynı zamanda imgeler aracılığıyla gerçeğin değişebilir olduğunu da ortaya çıkarandır.
    Die Gaste’nin dokuzuncu sayısında Koral Okan’ın aktardığı (yazdığı) “Biri ile Öteki” arasında geçen, sanatın sosyal (siyasal) işlevinden bahseden duru, akıcı ve aydınlatıcı söyleşiyi zevkle okuduğum günlerde, bir doktor bekleme salonunda elime geçen, Berlin’de aylık olarak yayınlanan ve dağıtılan “Merhaba” adlı Türkçe-Almanca bir dergide, bir ressam arkadaşla yapılan bir söyleşiyi de okudum.
    Sonra iki söyleşi arasında ne gibi farlılıklar, ayrılıklar var diye düşünüp (çünkü her iki söyleşi de sanatla ilgili olduğu için) her iki söyleşiyi bir daha okudum.
    Koral Okan’ın söyleşisi, “… istersen, gel sanatın sosyal işlevinden bahsedelim” diye başlıyor, sonra mitoloji ve tarih bilimimin iç içeliği, çoğumuzun uygarlığında, sanata ve felsefeye göz atıldığında her alanda (resim, heykel, müzik, tiyatro, edebiyat) mitoloji ile burun burana geldiğini belirtiyor. Oradan tragedya’ya uzanıyor ve sanatın insan denilen yaratığın var oluşuyla yaşıt olduğunu anımsatıp, “sanatın sosyal ve siyasal işlevini” yerine getirebilmesi için, “sosyal görevlerinin bilincinde olup, tiyatro toplum içindir diyebilecek tiyatro insanlarına gereksinim var” diyerek söyleşi bitiyor.
    Burada önemli olan ve bence de dikkat çekilip üzerinde durulması ve tartışılması geren nokta “sanatın sosyal ve siyasal işlevidir”.
    Şimdi de Merhaba dergisinde ressam arkadaşla yapılan söyleşiye bir bakalım: Geldiği yer doğuştan yetenek, sonra yeteneğin dışa vurması ve kendini resimle ifade edebilmenin keşfedilmesi. Sonra 14 yaşında ilk sergi, sonra sergiler. “Sanata değiş tokuşunda (exahnge)” tanıdığı Senegal’li gitar alacak parası olmayan, ama “müthiş gitar çalan” adamdan ibret alıp, “demek ki sanat yapmak için (aç ayı oynamaz misali) önce karnın doyması gerek”tiğini kavraması ve yeniden dünyaya gelsen sorusuna da, aynı hayatı yeniden yaşardım, “ben ben olduğum sürece pişman olmam gibi geliyor bana” deyip bitiriyor söyleşiyi.
    Ressam arkadaşın üç tablosu ve bir pozuyla da desteklenen bu renkli söyleşide iki soru ve bunlara verilen yanıt, ilk söyleşide “dikkat çekilip, üzerinde tartışılması gereken nokta” açısından önemli.
    Merhaba’nın söyleşisi şöyle sürüyor:
    – Peki neden resim?
    – Yaşayabilmek için resim. Resim olmasaydı ölürdüm ben.
    – Resimlerinizde mesaj kaygısı taşıyor musunuz? Yani mutlaka verdiğiniz bir mesaj oluyor mu resimlerinizde?
    – Ben resimlerimi yapmak zorunda olduğum için yapmıyorum. Başkaları için değil. Dolaysıyla insanlar mesaj verme, onlara bir şeyler anlatma gibi kaygım yok! Resimlerimde mesaj görenler (varsa eğer) görmek istedikleri için görüyorlardır.
    Şimdi, ressam arkadaşın cevapları üzerinde biraz düşünelim…
    Yaşamak için resim; Senegal’li gitaristten ibret alınarak, karın doyurmak için resim yapmak anlamına gelebilir. Çünkü “aç ayı oynamaz”, o zaman pazar için, yani alıcı için resim yapmak durumundasınız. Eğer ressam arkadaş içinde yaşadığı toplumda insanları alımlama ve algılama sanatını kavrayabilecek eğitimi almış insanlar olarak görüyorsa mesela yok. Pazara sürülenler alıcı bulabilir…
    Ama ben, ressam arkadaşın içinde yaşadığı toplumun, bu eğitimden yoksun olduğuna inanıyorum. Çünkü Alman eğitim sistemi (Türkiye’deki daha rezil durumda) öğrencilere –insanlara– bu imkânı, eşitliği tanımıyor. Bunun için ayrımcılığa, haksızlığa karşı mücadele veriliyor…
    Diğer yandan pazara sürülenler alıcı bulmuyor, buna rağmen “ayı’nın” karnı doyuyorsa, bundan bir yerlerden destek görüyor anlamı ortaya çıkar ki, bu daha çetrefilli bir durumdur…
    Yaşamak için resim; ben resmi kendimi tatmin etmek için yapıyorum, beni yaşama bağlıyor vb. vb. diye resim yapıyorsanız kimsenin bir diyeceği olamaz.* Evinizi, atölyenizi, eşinizin, dostunuzun evi- ni, damını süsleyebilir, donatabilirsiniz. Ama yaptığınız ürünleri; sergi, dergi, kitap, gazete, TV. vb. araçlarla insanların beğenisine sunduğunuz anda, yaptıklarınızın sorumluluğunu üstlenmek zorundasınız. “Kendim için resim yapıyorum, başkaları için değil, insanlara mesaj verme gibi bir kaygım yok” diyerek işin içinden sıyrılamazsınız.
    Çünkü mağaralarda çizilen ilk çizgiden, taklit amaçlı ilk hareketten, ahenkli çıkarılan ilk sesten bu güne bütün edinimler, insan denilen varlığın evrim sürecinin oluşumunu anlatan olgulardır. Bundan dolayı “sanat” denilen olay gökten zembille inmemiştir. Ve sanat; yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan hayatın ifadesidir. Hayatın odak noktasında da insan vardır. Sanatçı, insanı (ve insani olanı) hayatın zenginliği ve bütünlüğü içinde yakalayanlardır.
    Sanat bir imge yaratma işidir, fakat aynı zamanda toplumsal bir olgudur sanat. Goethe “Aynı zamanda bir zanaatkâr olmayan bir sanatçı, iyi bir sanatçı değildir. Gel gelelim bizim sanatçılarımızın çoğu da zanaatkâr olmaktan ileri gidemiyor” sözü ile bu diyalektik bütünlüğü çok iyi dile getirmektedir.
    Büyük ressam Van Gogh, “Dünya tamamlanmamış bir taslaktır” demiştir. Sanat bu tamamlanmamış taslağı tamamlama işi olarak algılanmalıdır. Sanatın itici gücü “tamamlanmamış bir taslak” olduğu duygusudur. Yaşamı değiştirme eyleminin, sanatın sürekli yönelimi olduğu unutulmamalı- dır. Sanat ve yaşamın bütünlüğü bir gerçektir. Ve sanat karşısındaki tutumumuzu bu gerçeklik belirlemektedir.
    Sanatçı toplumsal sorunların çözümleyicisi olarak çıkmaz ortaya. Ancak sadece olaylara tanıklık etmekte değildir yaptığı. Sanatçı aynı zamanda imgeler aracılığıyla gerçeğin değişebilir olduğunu da ortaya çıkarandır.
    Pablo Picasso’nun ünlü “Guernica” tablosunu ölümsüzleştiren de gerçeğin değişmesi gerektiğini anımsatması olsa gerektir.
    İnsan nesnel gerçeklikten, hayattan kopuk düşünülemez. Bu anlamda her sanat yapıtının ideolojik olduğunu iddia edebiliriz. Ancak bu, sanatın ustaca kamufle edilmiş bir ideoloji olduğu anlamına gelmemektedir.
    Sanatın insan ruhu üzerindeki derin ve düşündürücü etkisi günümüz sömürücü, asalak sınıfları tarafından bilinmekte ve sanat en kötüsünden bir ideolojik araç olarak kullanılmaktadır.
    Günümüzde sanat piyasa koşullarına doğrudan bağlı, hatta kendisi için bir Pazar oluşturmuş durumdadır. Pazarsa tüm serbestlik söylemlerine karşın emperyalist tekellerin kontrolündedir. Bu gün artık sanat, imajlarla mesajların iç içe girdiği, sömürüyü sürdürmeyi ve toplumsal kontrolü sağlamayı amaçlayan bir manipülasyon aracına dönmüş gibidir.
    Sanatı toplum üzerinde etkin kılan, insanlaşmanın unsurlarından biri oluşudur. Bu maniple edildiğinde, insanlaşmaktan çıkarmanın yollarından biri de olabilmektedir pekâlâ…
    Başa dönersek; sanatın sosyal ve siyasal işlevi ve sanatçının bu işlevin yerine getirilişinde tutumu, yaşanabilir bir dünyanın yaratılmasında yakıcı öneme sahiptir. “Ben tarafsızım”, “ideoloji falan beni ilgilendirmez”, “kimseye mesaj verme gibi bir kaygım yok” vb. söylemlere inananlar, aldananlar olabilir. Ama, “bunları sen külahıma anlat, biz kimin kime hizmet ettiğini çok iyi biliyoruz”, “akşamdan yediğiniz hurmalar, sonra sizi tırmalar” diyenlerinde var olduğunu bilmenizde yarar vardır diye düşünüyorum ve yazımı N. Hikmet ustadan bir şiirle bitiriyorum:
   
    Yüklü yemiş dallarıdır kollarımız,
    Silkeler durur düşman, silkeler durur bizi,
    Ve yemişimizi daha rahat, daha kolay
                toplamak için
    Vurur prangayı ayağımıza değil,
    Vurur prangayı kafamızın içine.