Die Gaste, SAYI: 12 / Mayıs-Haziran 2010

Ulus, Ümmet ve Cemaat


Ozan DAĞHAN




    Otto Schily’nin altını çizerek belirttiği gibi, göçmen toplumunun ulusal niteliği, “demokratik hukuk devletinde”, ulusal azınlık sorunu yaratma potansiyeline sahip olabileceği düşünülmeye başlandı.
    Doğal olarak, “demokratik hukuk devletinde” ya da “evrensel hukuk”ta, ulusal azınlık sorunu da, başlı başına “ulusal sorun” demektir. Her ulusal sorun gibi, sorunun tarafı olan kesim, yani ulusal azınlığın, bazı ulusal haklara sahip olması gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu haklar, en dar anlamıyla, ulusal azınlık toplumunun kültürel haklarıdır. Yani ulusal azınlık toplumu, kültür alanına giren haklarını kendisi kullanır. Bu da, ulusal bağlamda “kültürel özerklik” demektir.

    Hiç bir emek-gücü maliyetine sahip olmayan ve bu nedenle düşük ücretle çalıştırılmak için getirtilmiş/ gelmiş olan göçmenlerin ortak özelliği “vasıfsız işçi” olmaktır. Bu vasıfsız işçiler, uzun yıllar hiçbir “nitelik” (vasıf) istemeyen işlerde çalıştırıldı. Bu göçmenler, “vasıflı” işgücünün istihdam edilmediği marjinal sektörlerde istihdam edildiler. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinde söylediği gibi, “Almanya’da Çöpçü” oldular.
    Ancak 1970’lerde sanayinin yapısında meydana gelen değişim, özellikle üretim sürecinin parçalara ayrılabilmesi, giderek “vasıfsız” işçilerin sanayi kollarında istihdam edilebilmesine olanak sağladı. Sanayideki bu değişimle birlikte, Almanya’da marjinal sektörlerde istihdam edilmek için getirtilen göçmen işçiler “sanayi işçisi” haline gelmeye başladılar.
    70’li yıllarda sanayi işçisi olarak istihdam edilen göçmenler, 80’lerin ekonomik kriz ortamında maliyet düşürücü temel bir etmen olarak da görülmeye başladı. Neredeyse tüm anti-kriz programları bu düşük ücretli göçmen işçiyi (vasıfsız işçi) esas aldı. Öte yandan, aynı dönemde (1975 sonrası) birinci kuşak göçmen işçinin yanında, giderek nüfusu artan bir ikinci kuşak ortaya çıktı.
    Olgu, artık bu göçmen işçilerin istihdamı ve ekonomik yararı değil, doğrudan doğruya bu göçmen işçilerin oluşturduğu “göçmen toplumu” olgusuna dönüştü. Bu “göçmen toplumu”nun niteliği ve yaşadıkları ülkenin toplumsal yapısı içindeki konumlarının tanımlanması, bu aşamadan sonra temel bir sorun haline geldi. Sorun, iş, işçi ve istihdam sorunu gibi ekonomik boyuttan çıkıp, birey, aile ve toplum alanlarını kapsayan toplumbilimsel bir sorun halini aldı. Göçmenlerin “toplumsallaşması” da, beraberinde onların yönetilebilirliği, yani siyasal yönetimi sorununu doğurdu.
    Almanya somutunda olduğu gibi, bu siyasal yönetim ya da siyasal olarak yönetilebilirlik sorunu, “Yabancılar Meclisi” gibi göstermelik bazı kurumlar oluşturularak geçiştirilmeye çalışıldı. Bu “Yabancılar Meclisi”, göçmen topluluğunun üzerinde yer alan bir çeşit siyasal yönetim ve idari organ olarak tasarlanmışsa da, pratikte görüldüğü gibi, birkaç “Yabancı Meclisi” yöneticisinin yerel yönetimlerle “iyi ilişkiler” geliştirmesinden başka bir işlevi olmadı.
    “Yabancılar Meclisi”nin istenilen ve beklenilen sonuçları vermemesi üzerine yeni arayışlar ortaya çıktı. Ancak yeni arayışların belli bir çözüme ulaştırılabilmesi için, öncelikle “göçmen toplumu”nun niteliğinin tanımlanması kaçınılmazdı.
    Her şeyden önce göçmen toplumu, belli bir ülkenin yurttaşıydılar. Dolayısıyla, belli bir ulus-devletin pasaportunu taşıyorlardı ve bu ulus-devletin yurttaşı olarak da kamu haklarına sahiptiler. Öte yandan, ulus-devlet yurttaşı olan göçmen toplumu başlangıçta, yani henüz “konuk işçi” konumundayken, ait oldukları ulus-devletle yapılmış ikili anlaşmalar bulunuyordu. Bu nedenle, göçmen toplumu, aynı zamanda bir ulusun parçasıydılar. İşgücü göçünün ötesinde “toplum” haline geldikçe, bu ulusal yan giderek belirginleşmeye başladı.
    Otto Schily’nin altını çizerek belirttiği gibi, göçmen toplumunun ulusal niteliği, “demokratik hukuk devletinde”, ulusal azınlık sorunu yaratma potansiyeline sahip olabileceği düşünülmeye başlandı.
    Doğal olarak, “demokratik hukuk devletinde” ya da “evrensel hukuk”ta, ulusal azınlık sorunu da, başlı başına “ulusal sorun” demektir. Her ulusal sorun gibi, sorunun tarafı olan kesim, yani ulusal azınlığın, bazı ulusal haklara sahip olması gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu haklar, en dar anlamıyla, ulusal azınlık toplumunun kültürel haklarıdır. Yani ulusal azınlık toplumu, kültür alanına giren haklarını kendisi kullanır. Bu da, ulusal bağlamda “kültürel özerklik” demektir.
    Şüphesiz, göçmen toplumu, tarihsel olarak dil, kültür, toprak, kültürel ve ekonomik yaşam birliğinden kaynaklanan bir ulusal azınlık toplumu oluşturmazlar. Ancak zaman içinde ulusal “bilinç”in oluşması, kaçınılmaz olarak bir “ulusal sorun” yaratmamazlık da edemez. İsrail örneğinde olduğu gibi, bir dinsel topluluk, zaman içinde bir ulusal topluluk halini alabilmekte ve “self determination” hakkı çerçevesinde kendi devletine sahip olabilmektedir. Her ne kadar bu yapay ulus yaratmak ya da yapay bir ulusal sorun yaratmak olarak tanımlansa da, pratikte siyasal ya da stratejik nedenlerle gerçek ulusal sorunlar gibi sorunlar ve sonuçlar üretmektedir.
    Ama işgücü göçünün ellinci yılında Almanya’nın karşı karşıya olduğu “göçmen toplumu” sorununun yapay ulusal “açılımı” hiç de istenilen bir durum değildir. İstenilmeyen ve üstelik düşünülmemiş bir durumdur, çünkü işgücü göçü, kesinkes çözülmüş ya da çözülememiş her türlü ulusal sorundan farklıdır. Şüphesiz bu farklılık ne kadar açık ve belirgin olursa olsun, pratikte, “açılım”ın ulusal azınlık sorununa, “kültürel özerklik” sorununa doğru olabileceği de (yapay olarak da olsa) olasıdır.
    Diğer yandan “göçmen toplumu”, aynı zamanda bir dine sahip topluluktur. Bu yönüyle bir “cemaat” oluştururlar. Yaşadıkları ülke bağlamında bu “göçmen cemaati”, ait oldukları dinin oluşturduğu “ümmet”in parçasıdırlar. Yahudi cemaati ve Yahudi ümmeti gibi.
    Böylece göçmen işçi toplumu, bir yanıyla “ulusal topluluk”, bir yanıyla “dinsel topluluk”, yani “cemaat” oluşturur. Ulusal topluluk olarak sorunları ulusal çerçevede, dinsel topluluk olarak sorunları dinsel çerçevede ele alınırsa, birincisi, ulusalcılıkla özdeşleşirken, ikincisi ümmetçilikle özdeşleşir.
    Ulusal sorunların yüzyıllar süren kanlı ve acımasız çatışmalara yol açtığı ve açmayı sürdürdüğü göz önüne alındığında, göçmen toplumunun ulusal yanı, hemen hemen istenilmeyen bir gelişme olarak kabul edilir. Bu durumda, göçmen toplumunun yönetilmesi sorunu, yani siyasal yönetim sorunu, ulusal haklar çerçevesinin dışında ele alınması gündeme gelmektedir. Bu ulus-dışı çerçeve ise, göçmen toplumunu “dinsel topluluk” olarak tanımlamakla özdeştir.
    Bugün Almanya’daki gelişmenin biçimi, Türkiyeli göçmen toplumunu “cemaatleştirmek” ve müslüman göçmenler genellemesi içinde “ümmet” olarak kabul etmek yönündedir. Böylece, “ulusal kültürel özerklik” sorunu yerine, bir dinsel topluluğun, yani müslüman cemaatinin dinsel özerkliği sorunu ortaya çıkmaktadır. Devlet düzeyinde organize edilen İslam Konferansı, okullardaki “islam dersleri” vb. bu dönüşümün araçları olmaktadır.
    Bu dönüşüm ya da dönüştürmenin en tipik özelliği ise, cami derneklerinin ve vaiz-imamların Türkiyeli göçmen toplumunun sorunlarının ve taleplerinin sözcüsü haline getirilmeye çalışılmasıdır. Türkiye’de islamcıların siyasal gücünün artmasıyla, cami dernekleri ve vaiz-imamlar göçmen toplumunun siyasal temsilcisi gibi görülmeye başlanmaktadır. Bunlar, yerel ve genel seçimlerde hangi partilerin destekleneceğine kadar pek çok konuda “fetva” verir hale gelmişlerdir.
    Alman kamu yetkililerinin ve politikacılarının, resmi ya da gayrı-resmi olarak destekledikleri bu gelişme, bir bakıma ulusal azınlık sorunundan kaçmanın bir aracı durumundadır. Ne yazık ki, göçmen toplumunun “cemaatleştirilmesi” ve “cemaat liderleri”nin onların siyasal sözcüsü haline getirilmesi, hiçbir biçimde göçmen toplumunun sorunlarını ortadan kaldırmamaktadır. Kaldırmadığı gibi, “ulusal sorun” gibi algılanan pek çok sorun, bu “cemaat liderleri” tarafından hararetle sahiplenilmekte ve sanki ulusal bir sorunmuşçasına ele alınmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın son “Türkçe okul” çıkışı da bunun en tipik örneğidir.
    Alman kamu yöneticileri, toplumbilimcileri, politikacıları açısından, Türkiyeli göçmen toplumu, oryantalist bakış açısıyla, henüz uluslaşma sürecini tamamlamamış, dolayısıyla henüz “ümmet” ve “cemaat” aşamasını geçememiş bir toplumun parçası olarak görülmektedir. Bu oryantalist görüş, aynı zamanda ulusal azınlık sorunu çıkmasının istenmemesiyle, yani öznel bir istemle çakışmaktadır. Ama Türkiyeliler, ne kadar cemaatleştirilirse cemaatleştirilsin, her koşulda Türkiyelidirler. Türkiyelilerin sorunu da, “Türkiye ulusu” çerçevesinin dışında ele alınmamaktadır ve alınamamaktadır.
    Türkiyelilerin dil sorununun, ibadet diliyle, yani Arapçayla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Onların anadili, ulusal bir dildir, Türkçedir. Cemaatleştirilmesi, ümmetçi yapılmaya çalışılması bu gerçeği değiştirmemektedir. Camilerdeki vaazlar Türkçe yapılmaktadır. Bu nedenle, Türkçe anadilinin öğrenilmesi ve kullanılması, “dinsel topluluk” oluşturulmasının dışında bir gerçekliktir.
    Öte yandan, potansiyel bir ulusal sorundan kaçınmak için geliştirilen cemaatleştirme çabaları, çağdaş toplumsal yaşamın dışında kalmış ve çağdaş hukukla ilgisi olmayan bir “hoca-imam” kastının egemenliğini sağlamaktan başka sonuç vermeyeceği de somut bir gerçektir. Bu kastla anlaşmak ve işbirliğini sürdürmek ise, hem kuramsal olarak, hem pratik olarak laiklik ya da tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmaz.
    Türkiyeli göçmen toplumunun sorunları, bir ulusal azınlık sorunu değil, işgücü göçünün yaratmış olduğu sorunlardır. Ancak karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık ve dışlanma, giderek onları gettolaştırmaktadır. Ama bu gettolaşma, Batı toplumlarının tarihlerinde görülen türden bir gettolaşma değildir. Dolayısıyla Batı toplumlarının tarihindeki örneklere göre ele alınamaz ve çözümlenemez. Uzak durulması gereken birinci durum budur.
    İkinci olarak, Türkiyeli göçmen toplumu, iddia edildiği gibi “paralel toplum” oluşturma dinamiklerine sahip değildir. İş ve toplumsal yaşamdaki ayrımcılık ve dışlamanın yaratmış olduğu bir içe kapanma durumu söz konusudur. Kendi gereksinmelerini, örneğin gıda gereksinmelerini, kendi olanaklarıyla ve kendi “sermaye”leriyle temin eden bir topluluk durumundadırlar. Bunun temel nedeni de, Alman ticaret sermayesinin onların gereksinmelerini karşılamayı “ekonomik” bulmamasından kaynaklanmaktadır. Bugün sayıları 30.000’i aşan “Türk” bakkallarına bakarak “paralel toplum” oluştuğundan söz etmek gülünçtür.
    Düne kadar bodrum katlarında ya da avlularda oluşturulmuş olan camiler çevresinde oluşan bakkalların bugün marketleşmesi ve cami yerleşkelerinin dışına çıkması da, “cemaat” olmaktan çok, çağdaş bir topluluk olunmaya başlandığının göstergesidir.
    Daha pek çok olgu, Türkiyeli göçmen toplumunun “cemaatleşmek”ten çok çağdaşlaştığını ve çağdaşlaşmaya çabaladığını göstermektedir. Asıl üzerinde durulması gereken ve kamu yöneticilerinin dikkate alması gereken yan, bu çağdaşlaşma eğilimidir.
    İşte bu çağdaşlaşma eğilimi, aynı zamanda anadili öğrenimini ve bunun üzerinde yükselen eğitim dilinin (Almanca) öğrenilmesi yönünde güçlü bir istem ve dinamik ortaya çıkarmaktadır. Bu istem ve dinamik ne kadar “dinselleştirilmeye” çalışılırsa çalışılsın, “cemaat”ler tarafından bile reddedilemeyen bir gerçekliktir.
    Türkiyeli göçmen toplumunun gerçek sorunlarını kendi gerçekliği içinde alıp çözmek yerine, onu “cemaat” haline dönüştürerek yönetmeye çalışmak, çağdaşlaşma dinamiklerini kırmak ve yerine “medeniyetler çatışması”nı geçirmekten başka sonuç vermeyecektir.