Die Gaste, SAYI: 12 / Mayıs-Haziran 2010

Söyleşiler IV


Koral OKAN



Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Ötek, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
    Biri (der ki): Merhaba... Bugün yine iyi misin?
    Öteki
: Merhaba... Teşekkür ederim ! Ben çok iyiyim. Sen nasılsın görüşmeyeli?
    Biri
: Ben de iyiyim. Söyleşimize devam edelim.
    Öteki
: Bugün, Solon’dan itibaren sınıfların durumunu konuşmak istiyorum. Daha önce de belirttiğim gibi oluşan sınıflar, özgür olup olmadıklarına, ordu içindeki konumlarına (ki bu olgu Antik Yunanistan’da belirleyici halkın ekonomik durumuna paralel ve belirleyici bir faktördü) yabancı olup olmamalarına, cinsiyetlerine ve Solon Anayasası ile yerleşen siyasi haklarına göre yeni baştan belirleniyordu:
    Biri
: Sınıfların kısaca bir sıralamasını yapabilir miyiz?
    Öteki
: Hemen tekrarlayalım: Tüm Attika halkı şu kesimler ve sınıflarla ifade ediliyordu:
    a) Özgür yurttaşlar
(politai)
    Eupatridai
: Theseus’dan beri denen doğuştan soylulara verilen isimdi. Attika’nın siyasi mücadelelerini belirliyor, siyasi yaşamlarının sonunda genellikle dini görevler üstleniyorlardı.
    Geomoroi
: Kendi gelirleri ile onursal kamu görevlerini (Leiturgiai) üstlenebilen büyük toprak sahipleri,
    Demiurgoi
: İşyeri sahipleri, tüccarlar,
    – doğuştan Atinalı olanlar (Gnesioi). Annesi veya babası doğuştan Atinalı özgür olanlar veya böyle ana ve baba tarafından evlatlık edinilenler, Perikles’den itibaren hem ana hem de babaları bu sıfatlara sahip olanlar, tiranlığın tasfiyesinden sonra sadece babaları Atinalı yurttaş olanlar,
    – Atinalı yurttaş olarak kabul edilmiş olanlar (demipoietoi). Bunların kabulü için en az 6.000 yurttaşın imzası gerekiyordu.
    Census sınıfı
: Dört alt sınıfa bölünmüştü:
    – Pentakosiomedimnoi
: Kendine ait topraktan en az 500 medimne (ölçek) ürün alan köylüler, bunlar arkhon olma hakkına da sahipti ve savaşa atlı olarak katılıyordu,
    – Triakasiomedimnoi (veya: atlı anlamına gelen hippeis): Kendine ait topraktan en az 300 medimne (ölçek) ürün alan, uşağı ve kendisi için birer savaş atı besleyebilen köylüler. Bunlar, yüksek memurluklara seçilebiliyordu.
    – Zeugita: Asgari iki at, katır veya öküz koşabilen ve kendi toprağından yılda asgari 150 ölçek ürün alan, alt arkhonluk memurluklarına seçilebiliyor, savaşa eskiden hoplit olan katılmakta iken şimdi falanjların içinde zygon olarak katılıyorlardı. Sayısal üstünlükleri ve falanj (birleşmiş bir kitle durumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derinlemesine sekiz sıradan oluşturulan ve omuz omuza savaşan askerlerden kurulu piyade) düzeninde savaşmalarından dolayı süvarilere karşı kendilerini savunabilen bu sınıfın, böyle bir gücü örgütleyebilmesi, toplumsal prestijinin artmasında önemli bir rol oynamıştır.),
    – Thetes (toprağı olmayan ve gündelikçi olarak çalışan toprak ve zanaat işçileri, esnaf, formel olarak 200 ölçekten daha az üreten çiftçiler; bunların sadece seçme hakkı vardı ama hiç bir makama seçilemiyorlardı. Kendi çiftlikleri olmadığından (oikos), başkalarının toprağında çalışıyorlardı ve sosyal statüleri çok düşüktü).
    b) Köleler
(Duloi): Özgürlerin sınıflarının karşıtlığını, hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan, üretim araçlarını kullanan, daha doğrusu kendisi üretim aracı olan „köleler“ oluşturmuştur. Bu kesim, özellikle ticaret ve endüstri sektöründe verdikleri emekle büyük atılım göstermiş, sayıları Atina gibi sitelerde hızla artmıştır.
    c) (Özgür)
Metoikoi: Siteye dışarıdan gelip yerleşmiş, genellikle zanaat, ticaret ve keyif işleriyle uğraşan ve varlıklı bir kesim olan yabancılar. Bunlar, metoikoi olarak belli bir sınıf oluşturmayıp çeşitli özgür sınıflar içinde yer alırlar. Toplam nüfusun onda birini oluşturan bir kesim olan yabancılar, özgür olmalarına karşın, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip olmamışlardır. Özgürlükleri bağışlanan köleler de bu kesimin içinde yer almıştır.
    d) (Özgür)
Kadınlar: Kadınlar da kendi başlarına bir sınıf oluşturmamakla beraber, özgür olmaları ama hiç bir yurttaşlık hakkından faydalanamamaları yüzünden ayrı ifade edilmek zorundadırlar.
    Böylece sınıf tahlilimizin ayrıntılarının ana hatlarını belirlemiş oluyoruz.
    Biri
: Burada, kadınları ayrı olarak ifade ediyorsun. Bir de, beni en fazla ilgilendiren, özgür yurttaşlarla köleliğin durumunun geniş bir açılımı...
    Öteki
: Kadınların durumunu, okuyucu kadınlarımız gücenmesinler, başka bir kez anlatmak zorundayım. Çünkü bu, başlı başına geniş bir konu. Ama söz veriyorum, önümüzdeki konuşmalarımızda buna yer vereceğim. Çok doğal ki, toplumun içinde yer alan kadınlar, toplumun sosyal hareketliliğinde, kesindir ki ve altını çizerek söylüyorum, genelinde erkeklerden aşağı kalmayan bir role sahiptir. Bundan hiç şüphemiz olmasın...
    Özgür yurttaşlara gelince, önce yurttaşlığın fikir dünyası ve bunun temelleri önemli. Antik Yunan’da, yurttaşlık olgusuna ilişkin düşünceler, özellikle Aristoteles’in düşüncesinde yer alıyor. Aristoteles’e göre yurttaşlık “erdem” ile ilintili bir olgu olup, özel alan ile kamusal alan arasındaki iç içe geçmişlikten türüyor. İyi bir yaşam iyi bir yurttaş olmaktan ayrı bir olgu olarak düşünülemiyor. Birey ile devletin arasında hiçbir çatışma olmadığı varsayımına dayanan bu yaklaşım, Antik Yunan’da sivil hakların gündeme gelmesinin önünde bir engel oluşturuyor. Aristoteles’e göre, iyi insan olmak ile iyi yurttaş olmak arasında bir fark yoktu. Antik Yunan’da vatandaşlık olgusu erdemli olmak ile ilintili olduğu için herkes yurttaş olamıyordu; vatandaşlık, insanların kamu işlerine katılımının yarattığı yakınlaşmalar ile oluşan bir bağa işaret ediyordu. Antik Yunan’da özgeci, kendini fedaya hazır, itaatkar, işbirliğine yatkın ve ahlaklı olmak gibi özelliklere sahip “yurttaş”ın karşısında toplumsal sorumluluklarını ihmal eden “budala” (idiot) vardı. Yurttaşlık erdemlerine sahip olmayan kişiler için bu özel ifade şekli uygun görülmekteydi. Kısacası “budala” olmanın kökeninde yurttaşlığa özgü erdemlere sahip olamamak, sorumluluklarını yerine getirememek vardı.
    Aristoteles için iyi olma durumu yani “erdemli” olma, bir varlık için en üst düzeye, en üst olgunluğa ulaşma durumuydu. Varlıktan varlığa göre değişmekle birlikte, insan için iyilik ise mutluluktu. Yani erdemin doğurmuş olduğu mutluluk. Aristoteles tüm siyasal alandaki düşüncelerini, insanlarda karşılıklı oluşabileceğine inandığı “erdem ideasına” göre kurmuştu.
    Tarihsel süreç içinde özel ile kamusal arasındaki ilk ayrım, Yunan site devletinde özgür yurttaşların ortak olarak kullandığı site alanı ile tek tek bireylerin sahip oldukları alan ayırımında kendini göstermişti. Bununla birlikte, Yunan kent devletinde kamusal ile özel arasında güçlü bir ilişki de bulunmaktaydı. Bu da özel yaşam alanı içinde özerk olan bir aile reisinin kamusal yaşama katılabilme koşulu biçiminde kendini göstermişti. Yunan kent devletinde devlete ve topluma ait olma anlamında kamu, özel alanın karşısında soyut bir özgürlük ve süreklilik simgesi durumuna gelmişti. Ama bunun yanında Eski Yunan kentinde, toplumsal yaşam içinde, dinsellik ile din dışılığı kesin çizgilerle birbirinden ayırmanın pek mümkün olmadığı da belirtilmek zorundadır. Tüm kent, gerçekte tüm ülke, tanrılara ya da belirli bir tanrıya bağlıydı. Bir anlamda Atina kenti Athena’ya sunulmuştu. Tanrılarla kentler arasındaki ilişki, türlü biçimlerde kendini gösterirdi. Tanrı kenti korurdu. Yani kent tanrıya bağlıydı. Bir anlamda ilgili tanrının kutsal alanıydı ve tanrıya adanmıştı. Bu nedenle kentin agorası gibi akropolü de kutsaldı.
    Toplumda yer alış, doğumla gelen yurttaşlık haklarına göre gerçekleşir. Bu konularda yurttaşlar arasında ayırım yapılamayacağı, toplumun yasalarıyla, kamu oyunun ortak kararlarıyla belirlenir. Ama doğal özellikleri, soylarından gelen kişisel özellikleri, vatandaşları ayıran, özellikleridir. Bu bakımlardan yurttaşlar arasında değer sıralaması gözetilir. Örneğin kimisi çok akıllı, bilgilidir, her yurttaş akılca eşit değildir. Kimisi de soydan gelen birikmiş servetiyle zenginlikte üstündür, ya da sayılan ataların soyundandır, saygınlıkta üstün bir konumu vardır. Toplumlarda böyle eşitsizliklerin kaçınılmaz olduklarını, tartışmasız, değerlendirmesiz kabul edildiğini Aristoteles’te de görüyoruz. Antik Yunan mitolojisinde tanrılar, Aristoteles'in anlayışının tersine dünyayla iç içe, dünyaya ve insanlara müdahil, onların zayıf kalması için elinden geleni ardına koymayan tanrılardı. Onlar, insanları kıskanmakta, insanlar hürriyetleri ve dünyaya hakimiyetleri için tanrılarla savaşmaktaydı. Tanrılardan ateşi çalan Prometheus, bu kavganın ve çekişmenin en sembolik örneğidir.
    Mitolojinin çizdiği tanrı-insan çekişmesi mantık düzleminde pek manalı olmasa bile temelde, mitolojinin, insanı yaşadığı ortamda doğaya ve varlık alemine uyarılması ve doğrudan anlatamadığı gerçekleri sembolize etmesi yönüyle önemli ip uçları taşır. Yunan toplumu doğayla oldukça içli-dışlıdır. O kadar ki, tanrılar tam manasıyla doğasal olarak algılanır ve deniz, ırmak, yer, yağmur, fizik güç, ekonomik bolluk, mevsim, fırtına, deprem, hastalık vs gibi “doğasal” kuralları bizzat tanrı olarak algılanmaktadır.
    Bu inanç ortamında doğal hukukun doğasal anlayışa dayanması kaçınılmazdır. Dönemin anlayışına göre doğa kurallarının işleyişinde akıllara hayranlık veren, matematik düzlemde ifade edilebilecek sabit kuralları vardı. Doğa yanılmaz, atlamalar yapmaz. Her şey doğadan çıkar ve yine ona döner. İnsan da doğanın ürünüdür ve doğayla iç içedir. Şu halde doğanın kurallarına bağımlı olunmalıdır. Yağmur, rüzgar nasıl doğa kuralı ise, insanların yaptığı yasalar da doğa kuralları gibi olmalıdır. Yani hukuk kuralları hakikatte, doğa nizamının bir parçasıdır.
    Antik Yunanlılar için yasa, kent devleti düzenini diğer toplumların örgütleniş biçimlerinden ayıran en önemli öğedir. Bu düzeni belirleyen yasalar, ilk zamanlarda aristokratik içerikli sözlü yasalardı. Kökenleri bilinmeyen bu yasalara thesmoi deniyordu ve Yunanlılar bunları tanrıların koyduğu kutsal kurallar olarak kabul ediyordu. Gelişen ve değişen toplumsal yapı karşısında yeni sözlü yasalar yapıldı ve bunlar yazılı hale getirildi. Thesmoi denilen yasaların yazılı hale getirilerek herkesçe bilinir kılınması, soyluların keyiflerine göre yorum yapmasını engelliyordu ama yine de yorumlama hakkının yalnızca soylular tarafından kullanılmasına sosyal yapı gereği mani olunamadı.
    Meydana gelen toplumsal hoşnutsuzlukla, thesmoi’den sonra nomoi denilen insan yapısı yasaların ortaya çıkma zamanı geldi. Nomoi, ünlü yasa koyucu Solon’la birlikte thesmoi’ye karşı zafer kazanarak toplumun çeşitli alanlarının insan yapımı yasalarla düzenlenebileceği, kutsal, mutlak, değiştirilemez, sonsuz yasa olamayacağı fikrini verdi. Bir bakıma tanrısal olmayan yasa, temelinde toplumsal uzlaşma ve sözleşme ürünü olma gibi bir dinamik taşıyordu. Bu nedenle değişime açıktı.
    Tanrısal iradeye dayanan sözlü yasaların, yerini insan iradesine dayalı olan yazılı yasalara terk etmesi, aynı zamanda Antik Yunanda doğa felsefesinin de başlama yıllarıdır. Gerçekten de doğa felsefesi ile uğraşan ilk filozoflar, doğal olayları açıklamada kurgusal akıl yürütme yollarını kullanarak tanrıları tümüyle hesap dışı bırakmak gibi bir adım atarak, kozmosun yönetici gücü olarak tanrıların yerine doğa yasalarını koydular. Bu noktada tanrıya ve doğaya biçilen paye de önemliydi. Doğa felsefesi ile uğraşan filozoflar, panteist1 bir anlayışa sahipti. Aristoteles’nun naklettiğine göre Thales2, “her şey tanrılarla dolu” diyerek maddenin kendi yaratıcı gücü sahip olduğunu kastediyordu. Aristoteles’e göre tanrı, kozmosun yaratıcısı değildi. Tanrı, sadece ezelden beri ham malzeme olarak var olan kozmosu harekete geçirmekle onu var kılmış, ona sadece dış formunu vermişti. Tanrı kainatla ilgilenmez, orada ne olup bittiğini bilmez ve müdahale de etmezdi. Doğa ise bir yönüyle tanrıyla, daha doğrusu tanrısal güçlerle içkindi, bir yönüyle de tanrıdan bağımsız bir alan olarak, sonsuz, değişmez ve insanlığa örnek olacak bir düzenin temsilcisiydi.
    Doğa felsefesi ile uğraşan filozoflar, felsefi malzeme olarak kullandıkları doğayı, insandan ve toplumdan kopuk soyut bir doğa olarak algılamadılar. Onlara göre doğa, ilkeli, düzenli ve belli kurallara göre işleyen bir sistemdi. Kent devletinde uygulandığı için sürekli düzeni çağrıştıran “yasa”ya yabancı olmayan bu filozoflar, olası ki kent devleti düzenini doğaya uyarlayarak işe başladılar. Kent devletinde uygulanan sürekli ve soyut yasalar gibi doğa düzenini de işleten soyut bir yasa olamaz mıydı? Kent devletindeki “yasa”dan yola çıkarak doğa kanunlarını bulmayı hedefleyen filozoflar, zamanla doğa yasalarını, kent yasalarına veri olabilecek ölçekte görmeye başladılar. “Aynı ırmağa iki kere giremeyiz” diyerek evrende durmak bilmeyen bir sürekliliği, değişimi, uyumu vurgulayan Herakleitos3, değişimin ve sürekliliğin belli bir kurala göre olduğunu, bu kuralın da evrende egemen olan yasa ve evrensel akıl olduğunu söylüyordu. Logos adını verdiği evrensel/tanrısal akıl, doğadaki harikulade işleyişi belli bir kurala göre gerçekleştiriyordu. Logos’u bilmek, tanımak Herakleitos’a göre aklın göreviydi. Logos’u tanıyıp bilen kimse de doğadaki bu akıl kanununu kendi davranışına uydurmak zorundaydı. Logos’a uyum, insanları “genel”e, topluma bağlayacaktı. Logos, insanlarda ortaklaşa olandı ve ortaklaşa olana uyulması gerekirdi.
    Platon, ideal olarak tasarladığı devletin yönetimini filozoflara verdiği gibi kanunların yapımını da bu filozoflara veriyordu. Bu tasarlamaya göre devlet, gücünü yasalardan değil, yönetici kesimin bilgeliğinden, erdeminden alıyordu. Platon’un devleti gibi yasaları da idealdir ve devletin ideal olma aşamasına kadar düzenli, belli bir sisteme bağlı yasaları olamaz. Devlet, ideal olarak var olunca, filozof yasa koyucu tarafından vaz’ edilmemiş olan bir kısım yasalarda kendiliğinden var olur. İdeal kanunlar, aklın kendini dışa vurmasıdır. Yasa, kabul edilir olmasını, aklın evrensel söyleminin ifadesi olmasından alır. Platon bu görüşleri ile, bazı düşüncelerini düzeltme gereksinimi duyduğu yaşlılık zamanında bile yasanın devlet, dolayısıyla bilge-filozof kişilerce yapılmasından yanadır. Platon’da yasa, kısaca aklın, bilgeliğin ürünüdür.
    Aristoteles, Retorik isimli eserinde pozitif hukuku doğal hukuktan ayırt ederek doğal hukuku evrensel ve genel geçer kabul eder. Aristoteles, erkek kardeşinin cesedini Creon'un pozitif hukukunun yasaklamasına rağmen gömen Antigone'nin (bu tragedyayı daha konuşacağız) doğal hukuka karşı gelmediğini belirterek, hukukun gerçek amacının yazılı hukukça değil doğal hukuk tarafından belirlendiğini ileri sürer. Bundan başka Aristoteles, bilgili ve erdemli kişilerin doğal hukuku pozitif hukuka tercih edeceklerini de söyleyerek, davalarda taraf olanların çıkarlarına göre bazen doğal hukuka bazen de pozitif hukuka taraftar olabilmelerini uygun bulur.
    Biri: (Anlatılanların yoğun ifadesi altında bunalmıştır...) Artık pek zamanımız kalmadı. Zaten bunları da kafamda bir yoğurmam gerekiyor. Geri kalanları gelecek sefer konuşalım mı?
    Öteki: (Gülerek) Elbette. Sağlıcakla kal.



    Dipnotlar:


   1 Panteizm, geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, Tanrı'nın dünya ile olan olumlu ve organik ilişkisi bakımından deiz mi aşan ve Tanrı’nın dünyaya aşkın değil de, içkin olduğunu öne süren Tanrı anlayışı ya da görüşü. Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık demektir. Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanan Panteizmin ileri sürdüğü “Evrenin Ruhu Anlayışı”, Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.
    2 Thales (624 –546), Anadolulu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Birçok kişi tarafından felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır. Thales’den, önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini; mitoloji, Tanrılar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler, rüzgar, vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu.
    3 Heraklitos (M.Ö. 535- 475) Efesli bir filosoftur. Ona göre evrenin temel maddesi ateş’tir. Ateş, bütün varolanların ilk gerçek temelidir, bütün karşıtların birliğidir, içinde bütün karşıtların eridiği birliktir. Herakleitos şunu belirtmekten usanmaz: Evren boyuna akan bir süreçtir, başı sonu olan bir değişmedir, hiç durmayan,bu değişme içinde kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. İşte ateşin ilk madde (arkhe) olduğu düşüncesine de Herakleitos buradan varıyor. Örneğin, bir tahtayı yakıp kemiren alevin yakından bakıldıkta, boyuna ilerleyen bir süreç olduğu görülür; alev, tahtayı boyuna yakıp kemirir, onu boyuna duman ve buğuya çevirir. Evren de böyle tükenmez canlı bir ateştir, sürekli bir yanma sürecidir. Daha doğrusu, dönümlü (periyodik) bir süreçtir bu. Bunda sürekli olarak, bir “yokuş yukarı” çıkaran, bir de “yokuş aşağı” indiren yol vardır. Evren ateşten meydana gelmiştir ve burada olup bitenlerin sonundaki “büyük yıl”da yeninden ateş tarafından kemirilecektir –yeninden doğmak için. Bu, böylece, dönüşümlü olarak, hiç tükenmeden sürüp gider. Bu sürekli oluş içinde durucu, kalıcı bir şey bulduğumuzu sanırsak, Herakleitos’a göre, bu, bir yanılmadır, bir aldanmadır. “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Bu arada, akıp giden sular onu başka bir ırmak yapmışlardır.” Karşımızda, “aynı şey”in bulunduğunu sandığımız her yerde durum böyledir. Kalıcı şeyler varmış sanısına kapılmamız,değişmenin kuralsız değil de, belli bir düzene, belli bir ölçü ve yasaya göre olması yüzündendir. Bu ölçüye, bu yasaya, Herakleitos “logos” diyor. Evrende egemen olan yasadır, düzen ve akıldır (logos).