Die Gaste, SAYI: 14 / Kasım-Aralık 2010

Almanya’nın Endişe Çağı
Germany's Age of Anxiety
(Foreign Policy, 22 Ekim 2010)


Roger Boyes
(İngiliz The Times’ın Almanya ve Doğu Avrupa muhabiri)




    Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Eylül 2009’daki seçimi kazanmasından bu yana çok fazla parlak günü olmadı. Fakat Almanya’nın Berlin’deki futbol maçında Türkiye’yi 3-0 yenmesinin iyi bir an olduğu açıktı. İstanbul’dan sonra dünyanın ikinci büyük Türk kenti olan Almanya’nın başkentindeki Olimpiyat stadı Türklerle doluydu. Türk bayraklarını sallıyor, tezahürat ediyorlardı, fakat Alman oyuncu Mesut Özil topla buluşur buluşmaz yuhalamaya da başladılar. Daha da kötüsü, Türk ebeveynden doğan Özil Almanya adına gol attı.
    Maçtan sonra başbakan soyunma odasına gidip Özil’i kucakladı, “Sizin için kolay değildi” dedi.
    Merkel, neden göç kökenli bir futbol yıldızını arayıp buldu?
    Geçen haftaki konuşmasında, alay edercesine, “çokkültürlülük başarısız olmuştur” diyen Merkel için Özil, Almanya’nın geleceği olarak gördüğü göçmen asimilasyonunun örnek modeli. Bir Türk “misafir işçi”nin oğlu, fakat altı yaşından itibaren Alman futbol okullarına gitmiş; kusursuz Almanca konuşuyor, Alman vatandaşı, müslüman olmuş bir Alman kız arkadaşı var. Amerikalılar için bu tür bir entegrasyon sıradışı görünmeyebilir; hukuk düzeni ve refah nedeniyle ABD’ye gelirsiniz; ABD Anayasasına bağlılık yemini edersiniz; Amerika’nın düşmanlarına karşı, ister futbol alanında, ister savaşta, Amerika’nın yanında yer alırsınız. Ama Merkel’in kısa süre önce yaptığı bir açıklamadan yansıyan rahatsızlık, Almanya’nın bu tür bir auf Deutsch entegrasyonda zorlandığının göstergesiydi.
    Gerçekte, Almanya’nın göçmenler için iyi bir yurt olma geleneği çok azdır. Önemli sömürgelere sahip olmadığı için yabancıları asimile etme geleneği yoktur. 20. yüzyılın ortasında, 12 yıl boyunca, Adolf Hitler’in III. Reich’ı, ölümcül bir yabancı düşmanlığı ideolojisi yürüttü. İşgücü eksikliğinden mustarip olan Almanya, 1955’ten itibaren Güney Avrupa ülkeleriyle –İtalya, İspanya, Yunanistan, Türkiye ve Yugoslavya– ucuz işgücü için anlaşmalar yapmaya girişti. Ama bu Gastarbeiter’lerle sadece kısa vadeli anlaşmalar yapıldı, tersi düşünülmedi bile.
    Elbette, bu işçilerin birçoğu sonuçta Almanya’da kaldı. Buna bozulan Almanların cevabıysa, yabancılar yokmuş gibi davranmak oldu; yabancılar, kentlerin varoşlarındaki pis yurtlara sürüldü. Burada, özel olarak Türkler paralel bir toplum geliştirmeye başladılar; kendi gereksinmelerini karşılamak için bakkal dükkanları, helal kasapları, kafeler ve camiler açtılar.
    Alman siyasetçiler bunun bir sorun olduğunu, gönülsüz de olsa 1980’lerde kabul etti. Yerli Almanların doğum oranları düşerken müslümanlarınki artıyordu. İşte burada Multikulturalismus (çokkültürlülük) bir çözüm öneriliyordu: Etnik topluluklar Almanlarla birlikte yaşamaya teşvik edilecekti. Fakat bu, Alman pasaportu alabilmeleri anlamına gelmiyordu. Vatandaşlık, hala aile kökeninde Alman bulunduğunu kanıtlayanla için geçerliydi. Ve ancak Alman vatandaşı olduğunuz takdirde Beamter (devlet memuru) olabiliyordunuz. Yani esmer polisler ve Türk öğretmenler olmayacaktı. Almanya’nın 1980’lerdeki çokkültürcü pazarlığı, göçmenlerin kendi kültürel bütünlüklerini sürdürerek topluma girmelerine izin vermeyi kapsıyordu. Hükümet, Alman vatandaşlığının getirdiği hakları ve sorumlulukları vermeyecek, göçmenler de buradaki yaşamlarını memleketleriyle bağlarını koruyarak sürdürebilecekti.
    Sonucun büyük bir kültürel karnaval, donuk bir toplumun renklenmesi olacağı sanılıyordu. Ama bunun başarısız olduğu tanıtlandı.
    Göçmenler sessizce kendilerini korumayı sürdürdüler. Alman göçmenlerin beklentileri, kabul edilmeyen vatandaşlık, kendi hükümetlerine karşı kızgınlıklarının çok fazla artırmaması, İngiltere ve Fransa’da görülen etnik isyanların ortaya çıkmayacağının ön belirtisi gibi kabul edildi. Birinci ve ikinci kuşak Türkler, Doğu Anadolu’da bir ev alabilmek için yeterli parayı biriktirmekle yetiniyordu. Ama memleketleri olarak sadece Almanya’yı bilen, 1980 ve 1990 doğumlu üçüncü kuşak Türkler, nihayetinde devletten daha fazlasını talep etmeye başladı. Alabildiklerinin sadece işsizlik parası olduğunu gördüklerinde de, hem göçmenler hem de Alman vatandaşları arasında rahatsızlık arttı. Sürekli bağımlı-asalak bir sınıf olarak gördükleri bu insanlar Almanların gücüne gidiyordu; Türkler ise, sistemli ayrımcılığa ve kültürel dışlanmaya dikkat çekiyordu.
    İşte varsayılan çokkültürcü rüyanın sonunun başlangıcı da buydu. Merkel çokkültürlülüğün ölümünü 16 Ekim-de ilan etmiş olabilir, ama son yirmi yıldaki işaretler kabul edilmedi. Aslında Multikulti (çokkültürlülük) yıllar önce öldüğü açık; sonuçta, 11 Eylül saldırıları buna kesin bir nokta koydu.
    Sol eğilimli bir Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonu, zamanı dolmuş göçmenlik yasalarını 1990’ların sonunda gözden geçirmeye girişti. Ama (Hamburg’da planlanan) 11 Eylül saldırılarıyla, göçmen sorununun liberal bir yenilenmesi için pek istek kalmadı. 2005’te kabul edilen bir yasa göçmenlerin her zaman kısa süreli ikâmetçiler olmadığını kabul etti, ama entegrasyon sorumluluğunun büyük kısmını Alman kurumlarından çok yabancılara yükledi. Sınırdışı etme kuralları sıkılaştırıldı ve Almanya’da yasal olarak çalışan yabancı ailelerin çocuklarının Alman vatandaşlığı için bir fırsat verildi. Ama bu ödünler, yerli Almanları sakinleştirmeye yetmedi. Almanların algıları, göçmen bölgelerinin Alman anaakım toplumuna aykırı bir şekilde, bi-rer “paralel toplum” olarak geliştiği yönündeydi. (Almanya doğumlu Türkler ile geleneksel Anadolu kasabalarındakiler arasında) görücü usulü evlilikler, kardeşlerini “namus” gerekçesiyle öldüren ağabeyler, kırgınlık duyan gençleri cihada katan radikal vaizler ve uyuşturucu yapımı ve satıcılığı hep bu bölgelerdeydi.
    Bu endişe çağının geç gelen peygamberi ise, –Merkel’in şimdi çokkültürlülük üzerine gecikmiş bir tartışmaya girişmesine neden olan– Thilo Sarrazin adlı eski merkez bankası yöneticisi oldu. Sarrazin’in “Almanya Kendisini Yok Ediyor” (“Deutschland schafft sich ab”) adlı yeni kitabı, yüksek Türk ve Arap doğum oranlarının Almanya’nın tükenmesine yol açacağını öne sürüyor. Bu mesaj, eğitim standartlarının düşüşünden korkuya kapılan orta sınıfın ve en düşük ücretle çalışan göçmenlerin rekabetinden rahatsız olan işçilerin hassas noktasına dokunuyor. Çoğu siyasetçi bu endişelerle yüzleşmekten kaçınıyor; bu konu, Almanya’nın büyük konformist medyası için bir tabu. II. Dünya Savaşı’ndan beri, yabancı düşmanı söylemler, yasalar ve geleneklerle engellenmiş durumda. Şimdi Alman sokaklarında yabancılara karşı kin, özellikle 1990’lardaki Balkan Savaşları sırasında yüz binlerce Boşnak ve Kosovalının ülkeye gelmesiyle birlikte içten içte büyüyor. Küçük Alman kasabalarının kenarlarına hapsedilmiş bu insanlar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Almanya’ya göç etmiş etnik Almanlarla kendilerini sık sık çatışma içinde buluyorlar. Yerli Almanlar, hala birleşmenin bedelinden yakınıyorlar, çok korkuyorlar ve bazıları düşkırıklığını yeni yeni dışa vuruyorlar. Sarrazin’in kitabı, kesinlikle, dürüst bir bankacının kitabı gibi karşılandı. Üç hafta içinde 800.000 sattı ve imza günleri taraftarlarıyla doldu. Bir başka gün, bir genç kızın Sarrazin’in tezlerini sorguladığı için korumalar tarafından nasıl susturulduğunu ve iteklendiğini gördüğümde şok oldum. Tehlikeyi algılayan Merkel, hemen “Yahudi genleri”ni akla getiren bir bölümü kınadı.
    Bu sadece bir kitapla ilgili bir konu da değil. Almanya şunu anlamaya başlıyor: Siyasetin Merkel’in Hıristiyan Demokratlar’ının sağında, anti-demokratik neo-Nazilerin solunda bir boşluk var. Kamuoyu yoklamaları, Sarrazin’in tezlerinden esinlenen bir partinin –Avrupa’da islami yayılmayı eleştiren ve göçü denetim altına alınmasını isteyen bir partinin– %15 oy alarak siyasi sistemi sarsabileceğini gösteriyor. Merkel, Avrupa’daki sözüm ona merkez sağ olan birçok başka yönetim gibi, partisini sola çekti. Bunu kısmen koşullar gerektirdi, zira Merkel ilk dört yılını Sosyal De-mokratlarla koalisyon yaparak geçirmek zorunda kaldı ve ekonomik kriz de banka kurtarmalarını ve sanayi politikalarını zorlamayı beraberinde getirdi. Fakat bunun bilinçli bir yanı da var: Merkel, Alman Margaret Thatcher’ı olmaktan farklı olarak, ekonomik ve toplumsal sorunlarda ılımlı bir uzlaşma sağlamayı her zaman tercih ediyor.
    Merkel, sadece popülizm dalgasıyla karşı karşıya değil. Merkel, resmi olarak çokkültürlülüğü mezara gömerken, onun birincil koalisyon ortağı Horst Seehofer –Bayern Hıristiyan Sosyal Birlik lideri–, göçün tümüyle durdurulması çağrısı yaptı. Yeni seçilen Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff, bir konuşmasında, Alman toplumunun Yahudi-Hıristiyan temeline vurgu yaptı ve islamın da bir rol alabileceğine değindi. Görünüşe göre, bunlar paniğin eşgüdümlü resmi açıklamalara yansımaları.
    Onlar tedirgin olmakta haklılar mıydı? Kesinlikle. İslam karşıtı partiler, kıta çapındaki popülizm dalgasına yaslanıyorlar. Karşıt görüşe sahip bir hıristiyan demokrat olan Re-ne Stadtkewitz, Avusturya’da Jörg Haider’in kurduğu sağ parti modelinde bir Alman Özgürlük Partisi’ni kurmaya çalışıyor. Eylül ayında, İsveç’te göçmen karşıtı bir parti, İsveç demokratları, ilk kez parlamentoya girerek ülkeyi şaşkınlığa düşürdü. Sağcı Danimarka Halk Partisi’nin lideri Pia Kjaersgaard, etkin biçimde İsveç demokratlarının seçim kampanyasına katıldı ve neden olarak da, artık Danimarka’nın komşusunun islamlaşmasına “sessiz” kalamayacaklarını gösterdi.
    Aynı ruhla, Hollandalı popülist Geert Wilders, Almanların yeni bir islam karşıtı parti kurulmalarına yardımcı olmak için yakın zamanda Berlin’e gitti. Ağzına kadar dolu Berlin’deki konferans odasında onun 500 Alman muhafazakara konuştuğunu gördüm ve kurnazca, soykırım prangalarından kurtulmaları için onları kışkırtmaktan başka bir şey yapmıyordu. Onlara, anti-semitik olmayan yabancı kuşkuculuğuyla bunun gerçekten olanaklı olduğunu söyledi. Almanlar, yerli radikal muhafazakar bir hareketi, dazlak soykırım inkarcılarıyla birlikte hareket edeceği korkusu dışında, yasaklamayı gereksiz buluyorlar.
    “Nazi dönemi suçları” diyor coşkulu kalabalığı Wilders, “kendi kimliğiniz için savaşmayı reddetmenizin bir nedeni olamaz. Sizin tek sorumluluğunuz, geçmişin hatalarından uzak durmaktır”. Wilders’e göre, savaş yıllarındaki yaşamsal hata, demokrasiye karşı tehditleri tanımlamakta başarısız kalınmasıdır. Onun benzetmesinde tehdit, Naziler değil, müslümanlardır. İzleyiciler bunun üzerine onu alkışlamak için ayağa kalktılar. Almanya’da muhabirlik yaptığım onlarca yılda, tutkulu bir siyasal konuşmaya böylesine tutkulu bir yanıt verildiğine ilk kez tanık oldum.
    Merkel göç karşıtı popülizmin sorunlarıyla yüzleşmek istemiyor. Fakat o sözleri sarf etmediği takdirde, sadece zamanını beklerse, Hıristiyan Demokrat Partisi’nin parçalandığını görecek. Almanlar huzursuz, kendi siyasetçilerine inançları giderek azalıyor. Halkın kızgınlığı sürekli artıyor ve İslam karşıtı hareketin arkasında güçlü bir rüzgâr var. Merkel, artık iyi entegre olmuş Türk-Alman futbol kahramanlarını kucaklayıp her şey yolundaymış gibi yaparak yakasını bu işten kurtaramaz.