Die Gaste, SAYI: 14 / Kasım-Aralık 2010

Anadili Temelinde Almanca Öğrenim Projesi
(Sempozyum 2010 Sunumu)


Zeynel KORKMAZ



Zeynel Korkmaz/Sempozyum 2010
    Günlük yaşamın içinde şöyle bir çevremize bakındığımızda ilk karşımıza çıkan olgu, “yabancılar”dır. Siyasal olaylara baktığımızda, ilk karşımıza çıkan olgu yine “yabancılar”dır. Ya Sarazin’in “genetik” ayrımcılığı konuşul- maktadır, ya da “şu entegre olamayan yabancılar”ın “entegrasyonu” tartışılmaktadır.
    Bu tartışmalarda HİÇ sözü edilmeyen olgu ise, göçmenlerin, özel olarak da Türkiyeli göçmen toplumunun çok yüksek oranlı PARA BİRİKTİRMECİLİĞİDİR. Alman Merkez Bankası Yönetim Kurulu üyesi sıfatını taşıyan birisinin bundan hiç söz etmemiş olması da PARA ile ZEKA arasında başka bir ilişkinin olabileceğini göstermektedir.
    Sarazin’in “genetik” ayrımcılığına ilişkin söylenecek çok söz almakla birlikte, şu an için, kendimizi, “Almanların zeka düzeyini düşüren geri zekalı” olarak kabul ettiğimizi ve bu sunumun Sarazin türü bir “geri zekalı”nın sunumu olduğunu söylemekle yetineceğiz!
    Asıl sorun “entegrasyon”dur. En azından Alman kamu yetkilileri açısından, “yabancılar”ın temel sorunu “entegrasyon” sorunudur. Bu sorunu yabancıların temel sorunu olarak kabul eden bir görüş, (Her ne kadar Sarazin, bu ölçümü “zeka” düzeyine yükseltmişse de) ister istemez yabancıların entegrasyon düzeyini ölçmekle işe başlayacaktır. Böyle bir ölçümde hangi ölçütlerin kullanıldığı ya da kullanılacağı şu an bizi fazlaca ilgilendirmemektir. İlgilendiğimiz konu, yabancıların entegre olup olmadıklarıdır.
    Varılan sonuç nettir: Bu yabancılar, özel olarak da “TÜRKLER” bir türlü entegre olmuyorlar.
    Neden?
    Oysa Alman kamu olanakları yabancıların entegrasyonu için seferber edilmiştir. Bir çok dil kursu, uyum kursu, meslek kursu düzenlenmiş, on binlerce yabancı buralara gönderilmiş ve üstelik buraya gittikleri için de ek para ödenmiştir. Sonuç: Her şeye rağmen entegre olamıyorlar!
    Bugün için, bu sonuçtan yola çıkarak, bunun nedenlerini açıklamaya çalışan egemen görüş, yabancıların yeterince Almanca bilmedikleri ve öğrenmeye çalışmadıklarıdır.
    Eğer sorun böyle konulursa, kaçınılmaz olarak yapılması gereken tek iş, yabancıların Almanca öğrenmelerini sağlamaktır. Ve şu soru ortaya çıkar: Yabancılar Almancayı nasıl öğreneceklerdir?
    Buraya kadar, Alman toplumsal ve siyasal yapısının kavramlarını kullanarak, “yabancılar”ın entegrasyon sorununun özünün Almanca bilmemeleri olduğunu ifade etmeye çalıştık.
    İşte buradan itibaren, tümel (genel) bir “yabancılar” kavramının işlevsiz kalmaya başlamaktadır. “Yabancı” vardır, “yabancı” vardır. Dini, dili, ülkesi, kültürü, yaşam alışkanlıkları, davranış biçimleri vb. değişik pek çok yabancı vardır. Doğal olarak, “yabancılar” kavramı ne kadar tümel (genel) nitelikteyse, sorunun çözümü o kadar özel ve somut niteliktedir.
    Sorunun çözümüne doğru ilerledikçe, “yabancılar” gibi genel bir kavramın yanında, “göçmenler” gibi bir başka genel kavramla karşılaşırız. Kimdir bu “göçmenler” diye baktığımızda, bileşim olarak, eski kavramla “konuk işçiler” ile ekonomik sığınmacılardan oluştuğunu görürüz.
    “Konuk işçiler”, çok uzun yıllardır buradadırlar. Bunların büyük bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli “konuk işçiler” 50 yıldır Almanya’dadırlar. Ekonomik sığınmacılar ise, asıl olarak 1988-1994 yılları arasında Almanya’ya yoğun biçimde gelmişlerdir. Yani tüm geçmişleri ortalama 15 yıldır.
    Bu iki kesimi tek bir kavramla tanımlamak ve sorunlarını bu tek kavramın çerçevesi içinde belirlemek ve hatta çözümlerini de bu tek kavramın çerçevesi içinde saptamaya çalışmak kesinkes yanlıştır. Bu nedenle, öncelikle sorun açısından açık bir tanım getirmek zorunludur.
    Biz burada, elli yıldır Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli “göçmenler” özelinde ücretli işçi olarak Almanya’ya ikili anlaşmalarla getirilmiş “yabancıları” ele alacağız. Ekonomik sığınmacıların zaman içinde Alman ya da Türk vatandaşlığına geçmeleriyle bu ücretli işçi kesimi içinde yer almaları olgusunu, bu sunumumuzda ele almayacağız.
    İkinci saptanması gereken konu, “entegrasyon” kavramıdır.
    Entegrasyon sözcüğü, kavram olarak, “bütünleşme” anlamına gelir. Ancak günlük Türkçede anlaşıldığı gibi, bir şeyin (örneğin Almanya’da yaşayan “Türkiyeli göçmenlerin”) bir başka şeyle (yani Almanlarla) bütünleşmesi değildir. Eğer bu biçimde algılanırsa, açıktır ki, entegrasyon sözcüğü “uyum” anlamına gelir. Doğal olarak da, entegrasyon sorunu, “göçmenlerin” Almanlara ya da Alman toplumuna “uyumu” sorunu haline dönüşür.
    Eski kaba yaklaşımla ifade edersek, “göçmenler”in Alman toplumuna uyumu olarak entegrasyon, (kırsal bölgeden geldikleri için) kırmızı ışıkta geçmemek, yere tükürmemek, çöp atmamak, akşam saat 10’dan sonra gürültü yapmamak vb. biçiminde Alman toplumunun kurallarına ve yasalarına uymak olarak özetlenebilir.
    Burada, entegrasyon=uyum olarak tanımlandığında, birileri (göçmenler) bir şeye (Alman toplumunun kurallarına ve yasalarına) uymalarının sağlanması esastır. Yapılması gereken de çok yalındır: Bu göçmenlere, Alman toplumunun kurallarını ve yasalarını öğretmektir.
    Sorun ve çözüm böyle ortaya konulduğunda, herşey basitleşmekle birlikte, çözüm yönünde daha ilk adım atıldığında karşılaşılan ilk sorun, göçmenlere nasıl ve hangi dilden ulaşılacağıdır. Yani iletişim sorunu, dil sorunu hemen ve yine ortaya çıkar.
    İkinci sorun ise, bireylerin toplumsal kurallara nasıl uyumlandırılacağıdır ya da uydurulacağıdır. Açıktır ki, tarihte, bu uyumlandırma ya da uydurmada tek bir yöntem geçerli olmuştur: Cezalandırma yöntemi. Yani kurallara ve yasalara uymayanlar cezalandırılır ve bu ceza diğerleri için “ibret” olur, uymalarını zorunlu hale getirir. Aksi halde onlar da cezalandırılacaktır. Ama demokratik hak ve özgürlükler açısından, “suçlu”nun kendisini savunma hakkı vardır. Bu hak kullanılamadığı koşulda, ceza sadece despotik nitelikte bir yaptırımdan öteye geçemez. Savunma hakkından söz edildiğinde de, göçmenin bu hakkını hangi dilde kullanacağı sorunu, yani dil sorunu ortaya çıkar.
    Entegre olmaları istenenlerin neye entegre olacaklarını bilmedikleri, bildiklerinde bile bunun nasıl yapılacağının bilinmemesi, ister istemez karşılıklı iletişim sorununu, dil sorununu ortaya çıkarır.
    Entegrasyon, “bütünleşme” olarak sadece birilerinin bir başka şeye “uymaları” demek değildir. Entegrasyon, birden çok şeyin birbirleriyle bütünleşmesi, tümleşmesi, kaynaşmasıdır. Doğal olarak böyle bir bütünleşme, iki yönlüdür. Burada entegre olması istenen ve isteyen biçiminde bir ayrım yapılamaz.
    Her iki tarafında istemsel olarak, kendi özgür iradesiyle, diğeriyle birleşerek bir bütünlük oluşturması söz konusudur. Olağanüstü boyutta zor bir sorundur. Dünya tarihi bugüne kadar pek çok bütünleşme (entegrasyon) girişimine sahne olmuştur. Aynı “etnik” kökene sahip oldukları halde entegrasyon konusunda ciddi sorunlar ve çatışmalar yaşamış olan bir Alman toplumu, bunun zorluğunu çok daha iyi bilmek durumundadır.
    Şöyle yüz elli yıllık Alman tarihine baktığımızda, sadece Almanların kendi iç entegrasyonunu sağlamak için “gümrük birliği”nden konfederasyona kadar pek çok yol ve yöntemin denendiğini görürüz. Ve işin ilginç yanı, bu yol ve yöntemlerin başarısız kalmış olmasıdır.
    Alman toplumu, yaklaşık yüz elli yıllık çabasına rağmen “ulus” (nation) haline gelememiştir. Yüz elli yıla rağmen, oluşturulmuş federal yapı (Bündnis), eğitim alanında bile tekliği, bütünlüğü sağlayamamıştır. Çekler Slovaklarla, Belçika’da Valonlar ile Flamanlar, onlarca yıllık birlikte yaşam deneyimlerine rağmen bir ve tek bütün olamamışlardır. Yugoslavya’dan söz etmek bile gereksizdir.
    Bu nedenle, entegrasyon sözcüğünün ve kavramının tam anlamıyla, bir ve bütün olmak hiç de basit ve kolay değildir. Bu zorluktan kaçmak için sorunu başka türlü saptamaya girişmek de, daha baştan başarısızlığı kabul etmek demektir.
    Şüphesiz, her açıdan, ilk ve temel sorun, dil birliğinin sağlanmasıdır.
    Burada, Almanya’da, “hangi dil temelinde birlik?” diye bir sorun yoktur. Her ne kadar federal de olsa, bir Alman toplumu, bir Alman devleti ve onun bir dili vardır. Burada Almancanın devletin dili olması, eğitim dilinin Almanca olması, entegrasyon konusu olan kesimler tarafından istemsel olarak kabul edilmiş ve tartışılmaz olduğundan yola çıkıyoruz.
    Bu önemlidir.
    Bilindiği gibi, bugün, Türkiye’de ANADİLDE EĞİTİM tartışması yapılmaktadır. Bu tartışmada, sık sık ANADİLİ EĞİTİMİ’nden söz edilmektedir. Anadilde eğitim, her dil topluluğunun kendine ait ve kendi dilini temel alan bir eğitim sistemine sahip olması demektir. Anadili eğitimi ise, herkesin kendi anadilini öğrenmesi, bu hakka sahip olmasıdır.
    Aynı devlet sınırları içinde yaşayan, ama farklı dillere sahip olan toplulukların ve bireylerin, kendi anadillerini esas alan bir eğitim sistemine sahip olması, yani okulun dil gruplarına göre bölünmesi, toplumun bölünmesi ile özdeş olduğundan, birlikte yaşama istem ve iradesinin ortadan kalkması ya da bulunmaması demektir.
    Anadilde eğitim sorunun çözülebilmesinin yolu, aynı devlet sınırları içinde yaşayan ve farklı dillere sahip olan toplulukların birlikte yaşama istem ve iradesini ortaya koymasından geçer. Bu istem ve irade ortaya konulmadan yapılacak olan her tartışma boş ve anlamsızdır.
    Bizim ele aldığımız ve tartıştığımız sorun, ne anadilde eğitimdir, ne de anadili eğitimidir.
    Bizim çıkış noktamız, kendi özgür istem ve iradesiyle, farklı anadile sahip bireylerin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve eğitimsel ortak dil temelinde aynı devlet sınırları içinde birlikte yaşamasıdır. Sorun bu ortak dilin, farklı anadile sahip bireyler tarafından tam ve doğru olarak nasıl öğrenileceğidir.
    Elbette demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması açısından dil birliğinin ya da bir dilin egemenliğinin hiçbir önemi yoktur. Dil burada bir engel oluşturmaz. Karşılıklı ilişkide kullanılacak bir çevirmen, dil engelinin aşılmasını kolayca sağlar. Bu nedenle, bu alan konumuzun dışındadır.
    Dil birliği, belirttiğimiz gibi, tartışmasız biçimde Almancadır.
    Öyleyse, Almanca bilmeyenlerin Almancayı nasıl öğrenecekleri sorunu, tüm sorunların temelinde yatan sorundur. Bu soruna çözüm olarak sunulan egemen düşünce şöyledir: “Evinizde, kendi aile ilişkilerinizde ve hatta rüyanızda bile Almanca konuşacaksınız. Rüyalarınızı Almanca görmeye başladığınız andan itibaren, artık Almanca öğrenmiş ve hatta Alman toplumuna entegre olmuşsunuz demektir”.
    Bu düşünce esas alınarak yıllarca göçmenlere Almanca öğretilmeye çalışılmıştır.
    Sonuç: Başarısızlıktır.
    Göçmenlerin Almanca öğrenme ve entegrasyon sorununu, Türkiye kökenli göçmenler özelinde şöyle değerlendirebiliriz: Elli yıldır Almanya’dadırlar. Ama tüm Almanca kurslara rağmen, “Türkler” (bu sözcük Türkiye’den gelen herkesi kapsayacak anlamda kullanılmaktadır), ne Almanca öğrenebilmişlerdir, ne de Alman toplumuna “uyum” sağlayabilmişlerdir.
    İşte egemen düşüncenin ulaştığı sonuç budur.
    Oysa elli yılda dört kuşak geçmiştir. Birinci ve İkinci kuşak Türkiyeliler arasında Almanca öğrenim oranı çok düşüktür. Bu iki kuşak içinde Almanca öğrenmiş olanlar da, Türkiyeli göçmen toplumu ile Alman toplumu arasında “aracı” olarak ortaya çıkmışlardır. Kimi zaman “çevirmen” olarak, kimi zaman Türk-Danış olarak, kimi zaman “sosyal-arbeiter” olarak bu “aracı”lar, her iki kesimin karşılıklı sorunlarının çözümünü, daha doğrusu sorunların geçiştirilmesini sağlamışlardır.
    Ama bunu yaparken de, her iki tarafın birbirlerine ilişkin düşünce ve kanılarını da bu “aracı”lar oluşturmuştur. (Burada hoca ve imamların düşünce ve kanıların oluşturulmasında önemli bir role sahip olduklarını da belirtelim. Ama bu hoca ve imamlar Almanca bilmedikleri için, dil sorunun kapsamına girmemektedir.)
    Üçüncü ve dördüncü kuşak ise, Almanya’da doğmuşlar ve Almanya’da okula başlamışlar, Almanya’da okul dönemini tamamlamışlardır.
    Bu durumda, üçüncü ve dördüncü kuşağın “Almanca bilme sorunu” yoktur. Eğitimde başarılı olmuşlardır ya da olamamışlardır, bunda Almancayı “yeterince ve doğru biçimde” bilme ya da bilmemelerinin bir rolü, etkisi şüphesiz vardır, ama Almanca “bilme sorunu” değil, “yeterince ve doğru bilme” sorunudur bu. Oysa genel kanı, Türkiyelilerin Almanca öğrenmedikleridir.
    Bu, birinci ve ikinci kuşak için doğru olmakla birlikte, üçüncü ve dördüncü kuşak için doğru değildir. Üstelik Almanya’da okula giden üçüncü ve dördüncü kuşak, Almanca bilmeyen birinci ve ikinci kuşağın çocuklarıdır.
    Üstelik, Almanca bilmeyen bu birinci ve ikinci kuşağa, “Almanca öğrenmenin sırrı”, yukarda ifade ettiğimiz gibi, “çocuklarınızla Türkçe konuşmayın, Almanca konuşun” olarak sunulmuştur. Bilmedikleri bir dili zaten konuşamayacakları çok açık olmasına rağmen, bunda ısrar edilmiştir.
    Yine de üçüncü ve dördüncü kuşak Almanca öğrenmiştir. Peki sorun nedir? Hemen tüm Alman yetkilileri ve entegrasyon uzmanları tek bir şey söylemektedir: Almanca öğrenin! Kim?
    Sayısal olarak sürekli azalan birinci ve ikinci kuşak mı, yoksa Almanya’da okula giden üçüncü ve dördüncü kuşak mı? Eğer sorun, üçüncü ve dördüncü kuşağın eğitim sorunu, eğitimdeki başarı düzeyi sorunu ise, şüphesiz burada Almancanın, eğitim dili olarak Almancanın Türkiye kökenli göçmen çocukları tarafından yeterince öğrenilememesinden söz edilebilir. (Diğer etmenleri şimdilik dışta bırakıyoruz.)
    Yeterince ya da tam, doğru ve yeterli düzeyde Almancanın öğrenilmesi “sorun” olarak ortaya konulursa, bunun çözümü başka yerde aranmalıdır.
    Bizim saptamamıza göre, bu sorunun, yani eğitimde başarı düzeyi sorununun, Almancanın belli bir sistematik içinde öğrenilmemiş olmasından kaynaklandığıdır.
    Üçüncü ve dördüncü kuşak Almancayı kindergarten’lerde kendiliğinden öğrenmişlerdir. Bizim kendi tanımlamamızla, öğrendikleri Almanca, “sokak Almancası”dır. Bu “sokak dili”yle eğitim sürecine başlayan Türkiyeli çocuklar, dersleri anlamakta zorlanmakta ve giderek sistemin elemeci mantığının etkisiyle derslerden soğumaktadırlar.
    Öyleyse yapılması gereken açıktır: Kindergarten’lerde kendiliğinden Almanca öğrenimi yerine, belli bir eğitim planına dayalı, sistemli ve eğitmenlerin denetiminde Almanca öğreniminin sağlanmasıdır.
    İşte Die Gaste olarak bizim çözüm önerimiz, bu programlı, sistemli Almanca öğreniminin sağlanmasıdır.
    Burada çıkış noktamız, yabancı bir dilin öğrenilmesinde anadilinin belirleyici bir yere sahip olduğudur. Bilimsel olarak kesin gerçek, anadilini iyi bilen bir kişinin yabancı dili kolayca ve daha doğru biçimde öğrendiğidir. Türkiye’den üniversite eğitimi için gelen öğrencilerin altı ya da bir yıllık Goethe Enstitüsündeki dil kurslarıyla Alman üniversitelerinde eğitimlerini sürdürebilecek düzeyde Almanca öğrendikleri gerçeği de, bunun kanıtıdır.
    Ama burası Almanya’dır ve Türkiye’deki bir çocuk gibi kendi anadili ortamında yaşamamaktadır. Bu nedenle, herşeyden önce kendi anadiliyle ilgili önemli bir sorunu vardır. Kendi anadilini yeterince bilmemektedir ve kendi anadili de “sokak dili”nin ötesine geçmemektedir.
    Bilimsel saptamadan yola çıkarsak, yani anadilini iyi bilen bir kişinin yabancı dili kolayca ve daha doğru biçimde öğreneceği saptamasından yola çıkarsak, bu durumda, Türkiyeli göçmen toplumunun çocuklarının Almanca öğrenmelerinde anadili yetersizliğinden kaynaklanan önemli bir engelle karşı karşıya oldukları sonucuna varırız.
    Bu olgudan çıkadığımız sonuç, anadili temelinde, sistemli ve programlı bir Almanca öğreniminin gerçekleştirilmesi için, aynı zamanda ve birlikte anadilinin de “sokak dili” olmaktan kurtarılması gerektiğidir. Bu nedenle, diyoruz ki, Anadili temelinde, planlı ve sistemli bir Almanca öğrenimi için, bir yandan anadilini geliştiren, diğer yandan bu gelişime paralel olarak Almanca öğrenilmesini sağlayan bir program uygulanmalıdır.
    Bu program, sadece çocuğu değil, aynı zamanda aileyi de kapsamalıdır. Aile, bu programın aile ortamında sürdürülmesini sağlayabilmelidir.
    Bu iki öncülden yola çıkarak,
    1) 3-7 yaş arasında, yani çocuğun okula başlayacağı yaşa kadar sürdürülecek olan, anadili üzerinde yükselen bir Almanca öğrenim programı hazırlanmalıdır.
    Çocuk, kendi gelişimi içinde ve gelişimin evrelerine uygun olarak, nesneleri bilme, öğrenme ve kavrama sürecinde, kendi aile ortamından edindiği ve edineceği anadilindeki sözcüklerin ve kavramların doğru ve gerçek Türkçeyle uyumlandırılması ve bu uyumlandırmaya paralel olarak Almanca söcükleri ve kavramları öğrenmeye yöneltilmelidir. Burada, sözcüklerin öğrenilmesi ve öğrenilen sözcük sayısının artırılması ne kadar önemliyse, anadilinde doğru cümle kuruluşunun öğrenmesi de o kadar önemlidir. Bu sayede, fiil, yüklem, nesne, özne, sıfat, zamir gibi dilbilimsel terimler ve yapılar öğrenilmiş olacağı gibi, bunların eşdeğeri Almancaları da aynı biçimde öğrenilmiş olacaktır. İlkokula başladığında kendi anadilinde doğru bir cümle kurmayı bilmeyen bir çocuğun, kendi anadilinde olmayan “artikel”leri öğrenmesini beklemek saflıktır.
    2) Bu program, zamandaş olarak aile tarafından da yürütülebilir biçimde olmalıdır.
    3) Bu program, 3-7 yaş grubu için okul-öncesi eğitim programı olarak tasarlanmalıdır.
    Bu programın uygulanması için gerekli eleman, yani eğitmenler yeterli düzeyde olmasa bile mevcuttur. Yine de, yeterli düzeye yükseltilebilmesi için, örneğin Türkistik bölümünde açılacak ek programlarla bu program için gerekli eğiticilerin yetiştirilmesi kolayca sağlanabilir.
    Burada belirtmeliyiz ki, bu proje, kullanılan anlamında “ikidilli eğitim programı” değildir ve olmamalıdır. Bilinen ve uygulanan “ikidilli eğitim”, çocuğun anadilini bildiği varsayımı üzerine kurulmuştur. Oysa, gerçekte çocuğun anadili bilgisi “sokak dili”nin ötesine geçmemektedir. Bu nedenle, anadilini esas almayan eğitim programları, birşeyler yapıldığını gösterse de, başarısızlığa mahkumdur.
    Bizim önerdiğimiz proje, çocuğun anadilini geliştiren ve bu gelişmeye paralel olarak eğitim dili Almancasının öğrenilmesinin sağlanmasına yöneliktir. “Sokak dili”yle ifade edersek, amaç, “hoch” Türkçenin üzerine “hoch” Almanca’nın inşa edilmesidir.
    4) Bu yalın bir “dil okulu” olmamalıdır.
    Bu programda, çocuğun kendi doğal gelişim süreci esas alınmalıdır.
    5) Bu proje kapsamında Almanca öğrenim programı, çocuğun tam gün bu programa katılmasını sağlamalıdır.
    Bu açıdan, bir bakıma, kindergarten ile “hort”ların bileşimi olmalıdır.
    Bu proje önerimiz, hiç tartışmasız, Almanya’daki Danimarkalı azınlığın, Danca temelinde Almanca öğrenimine esas alan eğitim sistemiyle büyük bir benzeşliğe sahiptir. Ancak onunla özdeş değildir. Herşeyden önce Danimarkalılar resmen “ulusal azınlık” statüsüne sahiptirler ve bu statü temelinde kendi okullarına sahiptirler.
    Bizim önerdiğimiz proje ise, okul sistemini değil, okul öncesi dönemi kapsamaktadır. Bu açıdan, ikisi arasındaki benzeşlik sadece yöntemsel ve mantıksaldır.
    Son olarak Türkiyeli insanların herşeyi ya allahtan ya da devletten beklemeleridir. Bu nedenle, böyle bir proje, özel girişim konusu olamamaktadır. Dolayısıyla projenin yaşama geçirilmesinde kamu başat ve öncü konumda olmak zorundadır. Çocuğun eğitiminin sorumluluğunun ailede olduğunu söylemek, ne denli güzel söz olursa olsun, Türkiyeli göçmen toplumunun gerçekliğiyle bağdaşmamaktadır.