|
|
Die Gaste, SAYI: 15 / Ocak-Şubat 2011
|
Göç Kökenli Gençlerin Yaşam Stratejileri Üzerine
Prof. Dr. Erol YILDIZ (Alpen-Adria Üniversitesi / Klagenfurt)
Tarihsel bakış açısından Almanya’da göç ve göçmenlerle ilişkide kırılmamış bir süreklilik görülmektedir. Göç kökenli gençler kamuoyu söyleminde, herşeyden önce, çoğunlukla krizler ve güvenlik sorunları bağlamında gündeme gelmektedir. Onlar neredeyse entegrasyona karşı bağışık olarak betimlenmekte ve buranın normalite tasarımlarına uymuyor izlenimi uyandırmaktadırlar. Bazı bilimsel çalışmalar bu görünüme katkı sunmuyor değil. Beklenmedik bir şekilde, ikinci ve üçüncü kuşak göç kökenli gençlerle olan ilişkilerde, Almanya’da doğmuş, büyümüş ve toplumsallaşmış olmalarına rağmen hemen hiç bir değişiklik saptanamamaktadır. Kültür anlaşmazlıkları olarak tabir edilen anlaşmazlıklar bu gençler konusunda da merkeze yerleştirilmekte. Onlar çokça şiddet, köktendincilik, kriminalite ve eğitim başarısızlıkları bağlamında konu edilmekte.
“Şiddet için eğitim”, Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung Nisan 2006’da yayınlanan bir yazıya böyle bir başlık atılmıştı (30 Nisan 2006). Burada, neden Türk gençlerinin daha sık şiddete başvurdukları sorusu yöneltiliyor. Cevabı ise hazır: Ailelerdeki saldırgan eğitim yöntemleri bu gelişme için uygun zemini hazırlıyor. Bu toptan ve genelleştiren bakış açısı normal oldu ve artık birçok gazetecinin dağarcığında yer alıyor.
Son olarak Christian Pfeiffer yönetimindeki Aşağı Saksonya Kriminoloji Araştırma Enstitüsü’nün güncel bir araştırması, Müslüman gençlerin dinlerine ne kadar bağlı olurlarsa, şiddete o kadar çok yöneldikleri sonucuna vardı (Preuß 2010). Bunun üzerine Spiegel’in 05.06.2010’daki internet yayınında şu okunabiliyor: “Genç, müslüman, saldırgan”. Yapılan çıkarsama, İslamın “saldırgan bir maço kültürünü” teşvik ettiğidir. Göçmen gençlerle ilişkide gündeme gelen diğer bir olgu, dini aidiyetin öne çıkarılmasıdır. Bu indirgemenin bir sonucu, çok yönlü ve çok sesli yönelimlerin gözden kaçmasıdır. İndirgeyici bakış, ayrıca, söz konusu gençler açısından dini dayandırmaların somut günlük yaşam pratiğinde sahip oldukları (olabildikleri) farklı anlamları kavrayamamakta. Bizim Köln araştırmalarımız ise tersine, gençlerin yaşam pratiğinde dinin yalnızca diğer olgulardan birini temsil ettiğini göstermektedir. Eğer göçmen gençler arasında dinsellik ve dinselliğin yaşamlarını yapılandırmalarındaki önemi tartışılmak istenildi mi, o zaman bu gençlerin içinde hareket ettikleri toplumsal bağlamların çıkış noktası olarak belirlenmesi gerekmektedir.
Nikola Tieztze’nin (2001) araştırmasında ortaya çıkarmış olduğu gibi, bir kimsenin İslama yönelmesi ya da Almanya’da doğmuş, büyümüş ve ebeveynleri türban giymesini onaylamayan bir genç kadının birdenbire örtünmesi için farklı nedenler bulunmaktadır. Diğerleri içinse İslami yönelim, bölücü politik stratejiye dönüşmekte ve toplumda kabul görme mücadelesine hizmet etmektedir. Dinsellik, bu bağlamda, etnisitede olduğu gibi egemen koşullarla çatışkı içinde geliştirilen bir stratejidir. Dinsellik bir pazarlık stratejisine dönüşmektedir. Bazı gençler dinsel yönelimi belirli kaynaklara erişimi sağlamak için stratejik olarak kullanmakta (toplumsal kurumlar ve camilerde sunulanlar, öğle yemeği v.s.), diğerleri arkadaş çevrelerine uymaktalar. Bunun dışında dine yönelim, hangi nedenlerle gerçekleşirse gerçekleşsin, söz konusu olan, gençler açısından önemi ancak yaşam bağlamlarında tespit edilebilen toplumsal bir pratik olmasıdır. Geleneksel bakış açısından gençlerin perspektifleri ve yaşam gerçeklikleri genellikle dikkate alınmamakta. Örnek olarak burada, okul bağlamında “iki yarımdillilik” olarak değersizleştirilen melez diller verilebilir (vgl. Gogolin 2008; Dirim 2010). Çokdilli insanlar sık sık bir dilden diğerine gidip gelmekteler. Çoğunlukla cümleye anadiliyle başlanmakta ve Almanca bitirilmekte. Artalan dili İngilizce olan bir genç bu şekilde iletişimde bulunduğunda, genel eğilim olarak bu olumlu değerlendirilmektedir. Burada ise, özel bir beceri olarak kabul edilmesi gereken bir durum söz konusudur.
Kamuoyu söylemlerinde kullanılan resimler açıkça melez, çeşitli biçimlere sahip ve çok sesli göç gerçekliğinin nasıl “biz” ve “diğerleri” ikili formülüne indirgendiğini göstermekte. Yaşam pratiği ve onun somut ifade biçimleri bu ikili yapıda neredeyse hiç gündeme gelmemektedir. Gençler daha çok kolektif bir bütünün temsilcileri olarak algılanmaktadır. Mark Terkessidis’in saptadığı gibi, bu durumda sorumluluktan muaf tutulma gerçekleşmektedir. Kentsel dünyaların ve yaşam gerçekliklerin ise, günlük yaşantının, gereğinden basit kültürel atıflarda telkin edilenden farklı olarak, daha çok somut süreçlere ve deneyim bağlamlarına yönelimli olduğunu ve esasında dramatik olmayan toplumsal bir dilbilgisine uyduğunu göstermektedir. Bu bakış açısından, öncelikle kamuoyu söylemlerinde skandala dönüştürülen, ne bir ne de bir diğer “kültür çevresine” ait olmayan, tersine kalıcı olarak ara bölmelerde duran göçmen yaşam taslaklarının gelecekte dünya toplumuna damgasını vuracağı görülebilmektedir.
|
|
|
|