Die Gaste, SAYI: 15 / Ocak-Şubat 2011

Uyum Sürecinde
Anadilin Yeri


Nihat ERCAN



Alman Endüstri Normu (Deutsche Industrie Norm -DIN) gibi Alman Entegrasyon Normu (DIN) gelişiyor ve buna göre kültürel azınlıklar yapılandırılmaya, eğitilmeye başlanıyor. İnsan toplulukları, maddi yapılarıyla da, tinsel kültürel yönleriylede böyle kalıplara dökülerek biçimlendirilemeyeceğini elbette Alman toplumu da biliyordur. Ama “ya tutarsa“ politikası baskın çıkıyor hep bu saçmalıkların gündeme gelmesinde.
    Uzunca bir süre Almanya’daki olaylardan ve gelişmelerden görece uzak kalmanın, kişiyi dinlendirdiği gibi bunlara daha nesnel bakmayı da sağlıyor. Kırk yılını bu ülkede geçiren, yaşamın birçok alanında örgütlü uğraş veren, özellikle de çocuklarımızın eğitim-öğretimlerinde katkı sağlayan, anadili dersleri de okutan bu işin içinden birisi olarak yaşanmakta olan sürecin anadili Türkçe öğretimi alanında sonun başlangıcına doğru gelindiğini gözlüyorum. Bu olumsuz süreç aslında konuyla yakından ilgililenenleri şaşırtan bir sürpriz değildir.
    Anadili dersleri Almanya’da tüm eyaletlerde ve okullarda öğrenim izlencesine alınan, düzenli bir ders olarak hiçbir zaman gündemde olmamıştır. Alman devlet politikası kültürel azınlıkların çocuklarının anadili derslerini dünyaya karşı ayıp olmasın, tarihsel kambur öne çıkmasın kaygısı ile göstermelik olarak hukuksal temelden yoksun istenildiğinde yok sayılabilecek durumda ve bu ülkede yaşayan kültürel azınlıkların kimliklerini yavaştan, sindire sindire, onların çocuklarının eğitilerek doğrudan sürece katılmaları sağlanarak (!) istenen sonuca ulaşma amacını (Eritme Politikası) gerçekleştirmektedir. Bizimkilerin bu sürece katkılarını kimi bilim(!) kadınlarımızın, adamlarımızın yapıtlarında ve kimi politik aydınlarımızın demeçlerinde açıkça görüyoruz.
    Bu derin sessiz gelişmeyi yeterli bulmayan aileden sorumlu/sorumsuz bakanlar, eyalet politikacıları, işsiz işlevsiz kurumlar, gerçekleri saptırmak isteyen basın yayın kuruluşları, başarısız bankacılar, Sarazinler ve diğerleri ortaya çıkıp eski savları yeni renkleri içinde gündeme getiriyorlar. Yarım yüz yıldan beri uyumsuz insanlar, kültürel azınlıklar, İslam kökenliler, “Almanya Kendini Yok Ediyor“ söylemleri politik gündemi mevsimlik aralıklarla belirlemektedir. Möll katliyamının 18. yılının dolduğu günde Bild gazetesi “Azınlıkların acı gerçeği“ni (Harz IV yardımı alanları istatistikleri) tam sayfa manjetten veriyor, kurbanları anmak için geldiğimiz Möll’de gazeteyi görünce, gerçekten Almanya kendisini yok mu ediyor?“ diye soruyoruz.
    Almanya Türk toplumu kültürel bir azınlık olarak yarım yüz yılda Almanya’ya, Alman toplumuna uyum sağlamıştır. Ancak, katılım/pay alma konusunda ve kültürel alanlarda, hem kendisinden kaynaklanan ve hem de Alman toplumundan/po- litikasından kaynaklanan azımsanmayacak önemli sorunları vardır, gelecekte de olacaktır. Burada sorun Almanya’nın kültürel genlerinde ve uyum politikası tanımında anlayışında aranmalı ve sorgulanmalıdır. Almanya uyumdan/katılımdan eritme/asimilasyon anlıyor ve entegrasyon kavramını asimilasyon olarak algılıyor, tanımlıyor ve bu doğrultuda politika yapıyor, etkinlikler gerçekleştiriyor ve önlemler alıyor. 20. yüz yıldaki diğer kültürel azınlıklara uygulanan bu politika başarılı da olmuştur, kimi azınlıklardan yalnızca adları, soyadları kalmıştır geriye.
    Bu politika kısa ve orta sürede kültürel Türk azınlık üzerinde etkin olamıyor, istenilen sonucu vermiyor. Bir önbelirleme burada temel alınıyor: Kuramsal bir model oluşturuluyor, kültürel azınlıkların bu modele göre gelişmesi isteniyor. Bu model somut toplumsal gelişmeyle örtüşmüyor. Bu nedenle de tüm maddi manevi çalışmalar, etkinlikler, harcamalar, iyiniyetli çabalar boşuna gidiyor, uyum politikaları başarısızlıkla sona eriyor. Bunu doğrudan başbakanlardan ve diğer yetkin ve etkin kişi ve kurumlardan iki yönlü bir eleştiriyle öğreniyoruz. Birinci eleştirileri hep sığ sözde bir özeleştiri oluyor, ikincisi ise kökten uyumsuz yabancılar, Avrupalı ve hıristiyan olmayan kültürler, ve demokrasi ile uzlaşmaz islam oluyor. Bu modele, insan ögesi gözardı edilerek mekanik bir düşüncenin ürünü olarak ulaşılıyor izlenimi veriyor. Alman Endüstri Nor-mu (Deutsche Industrie Norm -DIN) gibi Alman Entegrasyon Normu (DIN) gelişiyor ve buna göre kültürel azınlıklar yapılandırılmaya, eğitilmeye başlanıyor. İnsan toplulukları, maddi yapılarıyla da, tinsel kültürel yönleriylede böyle kalıplara dökülerek biçimlendirilemeyeceğini elbette Alman toplumu da biliyordur. Ama “ya tutarsa“ politikası baskın çıkıyor hep bu saçmalıkların gündeme gelmesinde.
    Uyum Zirvesi, İslam Zirvesi gibi zırvalarla bu çok boyutlu, çok bilinmeyenli, çok çeşitli karmaşık toplumsal-kültürel süreçe çözüm önerileri aranması insanı değil ama kargaları güldürüyor. Yarım yüz yıllık uyum politikasının ulaştığı bugünkü sonuçlara bakınca, hiç bir şey yapılmasaydı bile bu kadar kötü sonuçlara ulaşılmazdı.
    Uyum Politikası iflas edince devreye ırkçı, yabancıyı öteleyen, onun bir biçimde yok edilmesini isteyen ögeler giriyor. Yabancılara ve göçmenlere dönük şiddet eylemleri, saldırılar, yakıp yıkmalar, günlük tacizler ve dışlayıcı eylem ve söylemler bir anda yükseliyor. Göçmenler huzursuz ediliyor, bir tür korku, yıldırı, yıpratma, zorlama politikası ve eylemleri gündemi belirliyor. Kırk yıllık göçmenler yeter artık diyorlar, evlerde, derneklerde, işyerlerinde, okullarda bunlar konuşuluyor, tartışılıyor, olakları olanlar geldikleri ülkelere dönümeyi kurgulamaya başlıyorlar, tepkilerini bir biçimde dile getiriyorlar.
    Bu bağlamda şaşırtan bir toplumsal gelişme ortaya çıkıyor. Sayıları onbinlerle ölçülen bir insan kümesi varki, onlar burada iyi yetişmiş, mesleğinde uzmanlaşmış, akademikerler, ilk fırsatı değerlendirerek, ülkelerinde, Türkiye’de çalışma ve yaşama olanaklarını değerlendiriyorlar.
    Almanya uzman çalışan insan sıkıntısı çekerken, özellikle de bu iyi yetışen genç Türklerin neden Almanya’yı terkedip Türkiye’ye döndüklerini anlayamıyor, bunun nedenlerini araştırmaya koyuluyorlar sayın yetkin yöneticiler. (Bunlara “kolay gelsin“ de denemiyor ki Almanca!)
    Ama bir sayın Alman Bakan İstanbul’da bulmuş Almanya’da yitirdiği dönüşlerin nedenini: Türkçe adlarıymış neden! (Aydınlık içinde kal Nasrettin Hocam, torununu zorda bırakmadın yine.)
    Göçmen kökenlilerin yıllarca ucuza çalştırılarak ekonomide büyük gelişmelere ulaşılmıştır bu ülkede, bu gerçeği hiç kimse inkar edemez. Ekonomik bunalım dönemlerinde ilk onlar işsiz kalmışlar, bu nedenlerden ötürü yaşlılık dönemlerinde de daha az emekli maaşı almak zorunda kalmışlardır.
    Bu ülkenin yasaları ve hukuku burada yaşayan, çalışan ve emekli olan herkes için geçerlidir. Sosyal yardımlardan yararlanmak yasal koşullar temelinde onların da hakkıdır. Bu hakkın kllanılması onların bu topluma uyum gösterdiklerinin bir diğer gerçek kanıtıdır. Görevlerini yerine getiren, haklarını kullanan bu insanları inciltmek, kötülemek hiç ama hiç kimsenin haddi değildir. Bunu iflas eden politikalarına malzeme olarak kullanmak isteyen politikacıların hiç ama hiç hakkı ve yetkisi yoktur, olmamalıdır.
    Gerçekçi olmak gerkirse uyum toplumun her alanına uyumdur, bu alanlar yalnızca olumlu başarılı alanlar değildir, olumsuz ve başarılı olunamayan alanlarda, gerekli olduğunda sosyal yadım almak, askerlik yapmak, zorunlu olduğunda hapishanesinde yatmak bile uyumun gerçekleşmesinin göstergeleridir.
    Uyumun/Entegrasyonun bir diğer olmazsa olmazı sürecin doğası gereği “farlılık” yapısıdır. Ancak bir büyük bölüme farklı bir küçük bölüm eklemlenirse, entegre olursa, uyum gösterirse bu bir uyum sürecidir. Büyük bölümle özdeş olan onun bir parçasıdır, orada bir bütün içinde yok oluş, eriyiş, bütünleşme söz konusudur, ki bu erimedir, yok olmadır, asimilasyondur.
    Uyumda tam örtüşme yoktur, tanım ve doğası gereği karşılıklı verip almayla büyük bölümle küçük bölümün çoğul bütünleşmesi, sonunda bütünü küçük bölümün özünü koruyarak birlikte oluşturmalarıyla gerçekleşir. Özdeşlik değil işdeşlik ve toplumsal işlerlikten söz edilebilir. Toplumsal işlerlik sağlandıysa, toplusal barış, huzur içinde ama sürekli çözülebilir sorunların olduğu bir üst düzlemde eskisinden farklı ama daha yetkin bir yapılanma kazanacaktır yeni entegre toplum.
    Yukarıdaki irdeleme toplumsal ulusal-kültürel kimliğin temeli, özü olan, hatta toplumsal-kültürel kimliğin varlık nedeni olan anadilinin konuşulması, öğrenilmesi kültürün geliştirilerek korunmasını uyumun önkoşulu durumuna getirir. Yerleşik toplumun dilini bilmek artı anadilini bilmek, büyük bölümün çağdaş kültüründen fazlasıyla almak, kendi öz kültüründen yeteri kadar vermek, ortak kültürü çoğul kültür olarak bir üst düzeyde gerçekleştirip yaşamak başarılı uyumdur. Yalnızca iyi Almanca bilerek, Alman kültürünü tüketmek sıradan bir iş, yaratıcı olmayan tek örnek bir bütünleşmedir, erimektir, yok olmadır, asimilasyondur. Ancak Alman toplumuna anadiliyle zenginlik, Türk kültürüyle güzellik katmak, üretmek, üretileni hakça paylaşmaktır uyum/entegrasyon. Almanya farklı yeni yapılanma süreci yaşarken ona artılar kazandırmaktır uyum. Nasıl Avrupa eski Avrupa değilse, Almanya da eski Almanya olmayacak, kültürel azınlık olarak Türkler de eski Türkler olarak kalmayacak, Akdeniz duyarlığını Alman nesnelliğiyle mayalayarak dünya uygarlığına katkısını sağlayacaktır.
    Ancak anadili Türkçenin öğrenilmediği geliştirilemediği, hatta engellendiği bir ortamda ne kültürel güzellikler çiçeklenir, ne kimlikli, kişilikli erdemli insanlar yetiştirilir, ne de toplumsal barış ve gönenç sağlanabilir. Varsa yoksa uyum, uyumsuzluk tartışmaları ve çatışmaları sürer gider. Bunun için anadilimizi devlet okullarında öğretemesek bile özel olarak öğrenme ve öğretme yol ve yöntemlerini bularak, tarihsel sorumluluk üstlenmeliyiz.
    Türkçe, Türk toplumunun varlık nedenidir, bu bilinçle gerekenler yapılmalı, korkmadan, yılmadan, anadilimiz konuşulmalı, öğrenilmeli, öğretilmeli, bu alanda çalışan kişi ve kuruluşlara destek olunmalıdır. Devlet okullarında Türkçe derslerinde sonun başlangıcı süreci işlerken, yeni bir başlangıçla anadili öğretiminin gerçekleşmesi önlemleri şimdiden alınmalıdır.

Hamburg, 05.11.2010