Die Gaste, SAYI: 15 / Ocak-Şubat 2011

Euro-Türkler ve
Kuşaklararası Bazı Farklılıklar


Prof. Dr. Ayhan KAYA
İstanbul Bilgi Üniversitesi




    Bu çalışmada özellikle Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenler ve onların çocuklarına ilişkin bazı değerlendirmeler yapılacak ve kuşaklararası farklılıkların bir kısmı sergilenmeye çalışılacaktır. Bunu yaparken de bu ülkelerde daha önce gerçekleştirdiğim alan çalışmalarından hareketle ortaya çıkan bilimsel bazı eserlere atıfta bulunacağım (Kaya ve Kentel, 2005; Kaya ve Kentel, 2008; ve Kaya, 2009). Okuyucu açısında kolay olması için belli başlıklar altında bu farklılıkların ifade edilmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.
    Sosyo-ekonomik farklılıklar: Euro-Türklerin ekonomik düzeyleri kuşaklarla birlikte değişmiştir. Birinci kuşak arasındaki ortak söylem, 1960-70’lerde göç sürecinin başında ne kadar zor zamanlar yaşadıkları ile ilgilidir. İzleyen kuşaklar tarafından da benzer bir söylem benimsenmekle beraber konuştuğumuz farklı kuşaklardan insanlar iki kuşağın tecrübeleri arasındaki farklılığa dikkat çekmektedirler:
    “İlk geldiğimizde köyden yeni ayrılmış, bilgisiz ve cahil insanlardık. Çocuklarımıza nasıl yardım edeceğimizi bilmiyorduk, ülkedeki dili konuşamıyorduk. Çocuklarımız ilerledi. Kendi çocuklarına bizim onlara baktığımızdan daha iyi baktılar. Şimdi olumlu değişikliği fark edebiliyorum. Genç kuşaklar daha eğitimliler ve yerel ve ulusal siyasette aktif olan çok kişi var (Erkek, 61 yaş, Belçika).”
    Bazı gençler yaşlıların geçmişte yaşadığı zor tecrübeler hakkında onlarla hemfikir değiller. Geçmişte yaşadığı zorlukları anlatan bir yaşlıya hitaben bir genç şöyle diyor: “Nasıl sorunlarınız oldu? Zamanınızı kahvehanelerde harcadınız… İşin size gelmesini beklediniz. İş bulmak için yeterli enerji harcamadınız”. Şüphesiz, endüstriden kaçış sürecinin getirdiği bir büyük bir yoksullaşma var. Mülk sahibi olanlar ve olmayanlar arasındaki ayırım Euro-Türkler arasındaki heterojenliğin göstergesidir:
    “Herşey gittikçe daha zorlaşıyor. Sanayi hayatı giderek zorlaşıyor. Hizmet sektörü büyüyor. Vergiler çok ağır. Toplam 1500-2000 € kazanan çiftler var. Ay sonunda 100 € borç alan insanlar tanıyorum çünkü kendi maaşları ile ayın sonunu getiremiyorlar. Tüketim fazla ve burada hayat çok pahalı…” (Erkek, 28 yaş, Belçika).
    Euro-Türkler arasındaki heterojenlik tek bir sosyal sınıf olarak mobilize olmalarını imkânsız kılıyor. Onların dikkat çekici bir diğer özelliği ise Batı Avrupa’ya yeni gelen göçmenlerle kurdukları ilişkidir. Türk kökenli girişimciler yeni gelenleri düşük ücretler ve zor çalışma koşulları ile sömürme eğilimindeler. Sözgelimi, Brüksel’e yeni gelmiş bir olan Bulgar Türkü göçmen kadın, Türk olan patronun çalıştığı kahvehanede ona ne kadar kötü davrandığı ve maaşının ne kadar düşük olduğu konusunda yakınıyordu. Yeni göçmenlerin emek piyasasına girmesi eski göçmenler tarafından endişe ile karşılanır. Almanya-Türkleri eski Doğu Alman, Polonyalı ya da Romanyalı işçilerden yakınıyordu; Belçika-Türkleri ise Bulgarlardan şikâyetçi: “Şimdi de Bulgarlar geldi, ekmeğimizden pay alıyorlar…”
    Eğitim: Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi Türkiye kökenlilerin yoğun olarak yaşadıkları ülkelerin sistemlerinin ortak paydası, göçmenlere ve çocuklarına mezuniyet sonrası kültürel sermayelerini ekonomik sermayeye dönüştürebilecekleri bir platform sağlayamıyor olmalarıdır. Dolayısıyla, iş piyasasında göçmen ailelere karşı ayrımcılık uygulandığı söylenebilir. Fransa’da Kuzey Afrika kökenli olup da üniversite mezunu bir nitelikli gencin işsiz kalma olasılığı %30 iken, aynı niteliklere sahip bir Fransız asıllı gencin işssiz kalma olasılığı %5’tir. Bu oran Almanya, Belçika ve Hollanda da ise %12 ve %4 şeklindedir. Bu koşullar altında genç kuşaklar için eğitim cazibesini büyük ölçüde yitirmekte, bu nedenle gençler yapısal olarak dışlanmış önceki kuşakların oluşturdukları kendi içine kapalı paralel ekonomilerde kendilerine istihdam alanları yaratmaya çalışmaktadırlar. Özellikle Müslümanların kamusal yaşamda kendilerini sosyal olarak mobilize edememe durumu, ülkede sosyal, ekonomik ve eğitimsel sorunları ‘geri kültürler’le tanımlayan güçlü zihinsel yapıların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu tür zihinsel yapılar, yurttaşlar için kapsayıcı bir eğitimin gerçekleştirilmesini oldukça zorlaştırmaktadır. Sosyolog François Dubet konuyla ilgili olarak şunları gözlemlemektedir:
    “Okullardaki ilişkiler, bir bütün olarak toplumdaki ilişkiler gibi, giderek ırksallaşmaktadır. Bireyler, ‘etnik’ kimlik sahibi kişiler olarak algılanmakta ve damgalanmaktadır. Daha basitçe söylemek gerekirse, okullar öğrencileri geçmişte işçi sınıfı çocukları olarak tanımlarken şimdilerde göçmen çocukları olarak tanımlamaktadır. Daha önceleri çocuklara babaları yoksul olduğu için sorunlu oldukları teşhisi konurken, şimdilerde, çocuk üçüncü kuşak olsa bile, babası göçmen olduğu için sorunlu olduğu teşhisi konmaktadır. Erkek çocuklarının davranışlarını geçmişte ‘saldırgan’ olarak tanımlarlarken, artık davranışın kendisi ‘etnik’ olarak tanımlanmaktadır.” (Starkey’den alıntı, 2003: 120).
    Sosyal hareketlilik ve eğitim başarısızlığı söylemlerinin ırksallaşması, Fransa’da bugün hemen hemen hiç bir Müslüman kökenli kimsenin yerel ve ulusal parlamentolarda yer almamasını beraberinde getirmiştir. Burada Fransa konusunda bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Örnek alınacak modellerin eksikliği ile ırkçı damgalamanın birleşmesi, Fransa’da etnik azınlığa mensup çocukların kendilerine hiçbir materyal sermaye sağlayamayan bir cumhuriyetçi söylemle özdeşleşmelerini daha fazla zorlaştırmaktadır. Fransa son zamanlarda cumhuriyetçi Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik değerlerine bağlı yurttaş yetiştirme konusunda önemli itirazlarla karşılaşmaktadır. Milli eğitim sistemi yoluyla yurttaşlık eğitimi, daima çeşitli grupların cumhuriyetçi olarak tanımlanan tek bir eğitim sistemi içinde entegre olmalarına yardım eden bir araç olarak görülmüştür. Evrensel ve liberal değerler, daima, kültürel, etnik ve dinsel yönelimlerden önce gelmiştir. Bu durum, çocukların uymak zorunda oldukları, durağan ve asimilasyoncu bir Fransız toplumu sunmaktadır. Dinamik bir bakış açısı, toplumu bireylerin daha tepkisel ve daha aktif sosyal aktörler olabilecekleri bir yönde biçimlendirme olanakları sunacaktır.
    2004 ve 2007 yıllarında yer yer Ferhat Kentel ile Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda’da yaptığımız derinlemesine görüşmeler ve gözlemlerde, özellikle toplumsal değişim ve krizleri en doğrudan hisseden ve yansıtan gençlerin özel durumu belirginleştiğini gözlemlemiştik. “Başarı” ya da “entegrasyon” nasıl “melez” bir şekilde ortaya çıkıyorsa, “başarısızlık” da benzer şekilde dile gelmektedir. İş veya eğitim hayatına girememe, beraberinde öfkeyi de getirmektedir. Gençlerde bir anlamda “anarşist özcülük” olarak adlandırılabilecek, hiçbir yere ait olmayan ya da referansı sadece kendine yönelik olan anarşist tavırlar gelişmektedir. Bir bakıma “tutunamama” söz konusudur; tutunalabilen tek şey kurgu referanslar eşliğinde “biz” duygusudur. Bu gençlerin diline “terörist de olunur” ifadesi kolaylıkla girebilmektedir. Türkiye’den nefret edilirken, Almanya’dan da nefret edilmektedir. Her iki ülkeye veya referans dünyasına eşit uzaklıkta duyulan nefret ancak bazı durumlarda görelileşebilmektedir. Örneğin, Almanya’da bir gencin dile getirdiği gibi, “Buranın en kötü şeyi olan Alman polisi bile Türk polisinden daha iyidir…”
    Bu durum sonuna kadar varolma savaşı veren, haklarını koruyan bir genç tipolojisi ortaya çıkarmaktadır. Ancak bu özelliğiyle yaşadıkları ülkelerin sosyo-ekonomik sistemine karşı bilenen bu gençlerin sıkıştığı iki referans dünyası bir tarafta yaşadıkları ülke diğer tarafta Türkiye değildir artık. Bundan daha basit (belki de gündelik hayatta söz konusu olduğu için daha karmaşık) bir ikilemdir ve “aile” ile “sokakların düzeni” arasındadır. Örneğin Fransa’da dinlediğimiz nispeten yaşlı ve muhafazakar çevrelerden gelen bir tanıklığa göre, “Burada çocukların geleceğinde suça bulaşmak var; çünkü baba gece gündüz çalışıyor; çocuğuna sahip çıkamıyor.” Başka bir deyişle, çocuk kendisi üzerinde sembolik bir güç olarak varolan aile otoritesinin dışına çıkmamak ve sokağın sesini dinlemek arasında gidip gelmektedir. Aile çocuğunu korumak istiyor. Benzer şekilde, ev “disiplinli aile yapısını” özetlemekte; dışarısı ise tehditler ve başarısızlık ihtimalleriyle dolu, çok güçlü bir rekabete sahne olan bir mekân anlamına gelmektedir. Bu durumda yaşayan genç, bir görüşmecimizin ifade ettiği gibi “sokakta Alman, evde Türk” olmaktadır; ya da Alman gibi davranmak ve Türk gibi davranmak arasında gidip gelmektedir. Konuştuğumuz bir gencin şu ifadesi sokak ve ev arasındaki farkı oldukça iyi özetlemektedir:
    “İnsanlar önceleri dil bilmiyorlardı. Babamız annemiz ‘aman kavga etmeyin’ diyorlardı. Şimdi kavga ediyorum. Eskiden ‘zavallı Türkler’di… Şimdi Almanca biliyoruz. Alman arkadaşlarım var. Sorun olunca şikayet ediyoruz. Bizim nesilde özgüven var. Solingen’den sonra ‘biz Yahudiler gibi yanmayacağız’ dedik..” (Erkek, 27 yaş, Almanya).
    Ancak, yine yaptığımız görüşmelere dayanarak, şiddetin, hem fiilen hem sembolik olarak hemen yakınlarda, gündelik hayatın içinde olması, beraberinde travmatik davranışları da getirmektedir. Bu durum sürekli yaşanabilecek, taşınılabilecek bir yük değildir; ve sosyal olarak “başaramamış” gençleri içinde bulundukları gruplarda bile yalnızlığa itmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, bu travmalardan çıkma isteği yaldızlı sokak söyleminin ilk katının hemen altında kendini gösterebilmektedir. Gençler sadece normalleşmek istemektedirler.
    Aidiyet: İlk kuşak Türkiye kökenlilerin dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi geride bıraktıkları ülkeye kendilerini daha fazla ait hissettiklerini görüyoruz. İkinci ve üçüncü kuşak Euro-Türklerin ise hem yaşadıkları ülkeye hem de Türkiye’ye eşit ölçüde yakın hissettiklerini ya da ikâmet ettikleri ülkeye daha yakın olduklarını gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla, genç kuşaklar yaşadıkları ülkenin sosyal, siyasal, iktisadi ve kültürel yaşantısına daha fazla entegre olmuşlardır. Genç kuşaklar Türkiye ve AB arasında bir köprü oluşturmaktadır. Yaptığımız Euro-Türkler araştırmasına Almanya, Fransa ve Belçika’da yaşayan genç kuşakların sadece %25’ten az bir kesiminin Türkiye’ye daha yakın olduğunu belirtmesi çarpıcı bir bulgudur. Orta ve üst sınıf Euro-Türklerin ya yaşadıkları ülkeye daha yakın olduklarını ya da anavatana ve ikâmet edilen ülkeye eşit ölçüde yakın olduklarını; oysa alt sınıfların Türkiye’ye daha yakın olduklarını görülmektedir.
    Siyasal katılım: Genç kuşaklar arasında siyasal katılım yönünde gittikçe artan bir eğilim olduğuna ve aynı zamanda iç siyasete karşı ilgisizliğin düşük sosyal statüdekiler arasında oldukça yaygın bir olgu olduğuna işaret etmektedir. Son yıllarda Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye asıllı kişiler, özellikle 11 Eylül sonrasında İslam’a yönelik olarak geliştirilen dışlayıcı ve önyargılı uygulamalar karşısında kendilerini daha iyi ifade edebilmek için yerel, genel ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde gerek seçmen gerekse aday olarak yeralmak suretiyle önemli bir siyasal katılım sergilemişlerdir. Bu tür göstergeler Euro-Türklerin artık siyasal anlamda da mobilize olabildiğini göstermiş ve siyasal partilerin bu kitlelerin oylarını alabilmek için yarışmaya başladıkları yönünde bazı işaretler vermeye başlamıştır.
    Avrupalılık: Araştırmamızın hem niteliksel hem niceliksel verileri, Euro-Türkler arasında somut bir Avrupalılık anlayışının bulunmadığına işaret etmektedir. Fakat Alman ve Fransız çoğunluk toplumlarına ilişkin olarak da aynı gözlemi yapmak mümkündür. Derin kökleri olan bir Avrupalılık hissinin Batılı toplumlarda da bulunmadığına şüphe yoktur. Avrupalılık kimliği, tarihin başlangıcından buyana var olan bir kimlik olmayıp, AB’nin siyasi elitleri tarafından, eğitim, Avrupa yurttaşlığı ve ortak tarih ve gelecek aracılığıyla ideolojik olarak zaman içinde oluşturulmaktadır. AB, 1975 Aralık sonunda Avrupa Konseyine sunulan, üye devletlerin kendi bayrakları, marşları, mitleri, anıları, insanları, bölgeleri ve AB yurttaşlarına verilen hak ve ödevleriyle bütünleşmiş bir siyasal birim oluşturmaya teşvik eden Tindemans Raporundan (Tindemans, o zaman Belçika Başbakanıydı) bu yana, daha güçlü bir siyasal birlik sergilemektedir (Tindemans, 1975).
    Bu noktada kuşak farklarından da söz etmek gerekiyor. Genellikle 1. ve 2. kuşaklar Türkiye’de uzun yıllardır geliştirilen egemen söylemi yeniden üretmekte, son kuşak gençler ise daha çok kozmopolit kimliğin, yurttaşlığın ve kültürel farklılıkların altını çizmektedirler. Kaldı ki, kuşaklar arasındaki egemen söylem farklılıklarına bakıldığında, bu durum daha da açıkça görülmektedir. Bilindiği üzere, 1960’lı ve 70’li yıllarda birinci kuşak göçmenler ekonomik sorunlara ilişkin kaygı ve söylemler geliştirmişken, 80’li yıllarda 2. kuşak, daha çok Türkiye kaynaklı ideolojik ve siyasal içerikli söylemler üretmiştir. Öte yandan, özellikle 90’lı yılların sonlarından itibaren 3. kuşak daha çok kültürel nitelikte diyaloga, farklılığa, hoşgörüye ve çokkültürlülüğe ilişkin söylemler üretmeye ağırlık vermiştir. Diğer bir ifadeyle, 1. ve 2. kuşak orta sınıf mensupları, Türkiye’deki egemen ‘Avrupalılık’ söylemini yeniden üretirken, 3./4. kuşak gençler ise, farklılığın, çoğulculuğun ve yurttaşlığın altını çizen kozmopolit bir kimlik geliştirmişlerdir. Kuşaklar arasındaki farkı, farklı kuşakların değişen tepkilerini bazı görüşmeciler şu şekilde özetlemiştir:
    “1. ve 2. kuşak burası ve Türkiye arasında ikilem yaşamaya devam ediyor. 3. ve 4. kuşaklar ise kesinlikle artık buradalar. Lisan öğrendiler, sosyal yapının içine girdiler. Yüksek öğrenimde çok insan var. Kendi işlerini kurdular. Bugün ‘benim şu şu haklarım var’ diyorlar.” (Kadın, 25 yaş, Fransa)
    “Okulda yabancı hissetmemi istediler. Anne babamın ezikliğini ben de hissettim; ama artık hissetmiyorum. ‘Yabancı’ olarak hissetmiyorum; ama yabancılık hissini dışarıdakiler [çoğunluk toplumu] veriyor.” (Erkek, 23 yaş, Almanya).
    Yeni kuşaklar sadece 1. ve 2. kuşaklardan farklı değildir; aynı zamanda farklı kuşaklardan olup, asimile olanlardan da farklıdır. Bunlar arasında görüşmeciler arasında dile gelen bazı söylem örneklerini aktarabiliriz:
    “Türk kökenlerini kabul etmeyen, utanan bir kesim var. Çokkültürlü, iki kültürlü insan fanatizme sapmaz. Kozmopolit ama köklerini unutmayan insanlarız. İki pasaport istiyorum inatla. İki kültür de benim için çok önemli. İkisinden de etkilenerek büyüdüm. Niçin birini bırakayım? Biz bir problem değil, çözümün bir parçasıyız. Türklerin görevi iki dünya arasında sentez bulmak, kültürel bir diyalog kurmak. Ben bunu müzikle yapıyorum... Müziğin dili evrensel; insanlar anlıyor. Çeşitli kültür eksenlerini, dokunan noktaları hissetmek mümkün. Türkiye’nin AB’ye girmesi çok mühim; İslam dünyasıyla tercümanlık yapabilecek tek ülke Türkiye, köprü...” (Erkek, 20 yaş, Belçika.)
    Ya da bir başka görüşmecinin dile getirdiği gibi, söz konusu yeni kuşaklardaki ruh hali ortalama Avrupa’nınkinden de farklıdır:
    “Avrupa kendisi de bilmiyor Avrupalılığın ne olduğunu. Türkiye’yi karşıya koyup kendini bulmaya çalışıyor. Biz ise göçmen olduğumuz için sınırları zaten aştık.” (Kadın, 32 yaş, Almanya.)
    Avrupalılığın tanımıyla ilişkili olarak, orta sınıf ve işçi sınıfı arasındaki nihai fark, orta sınıfın genel olarak Avrupalılığı bilim, bilimsel düşünce, akıl, güven, yasalar ve haklarla eşitlemesine karşın işçi sınıfının bunu adalet, yasa ve eşitlikle ilişkilendirmesidir.
   
    Sonuç
    Görünen o ki, artık Euro-Türkleri sınırlı bir takım kimlikler içerisine hapsetmek mümkün değil. Özellikle genç kuşakları sadece “Türk”, “Alman” veya “Fransız” gibi tekil kimliklerle tanımlamak ya da onları kimlik krizi yaşayan “arada kalmış” insanlar olarak problematize etmek mümkün değil. Onlar farklı geleneklerden besleniyor olmanın getirdiği gerilimi bir zenginlik olarak benimsemeye başlamışlar, bu çokkültürlü ve tireli kimliklenme halini bir zenginlik olarak algılama eğilimine girmişlerdir. Kendilerine hep yöneltilen “kendini nasıl tanımlıyorsun” veya “kendini daha çok nereye ait hissediyorsun” gibi soruları artık çok anlamsız bulan kuşaklardan bahsediyoruz. Onlar her iki ülkeye de aynı mesafeyle duran, hem yaşadıkları ülkenin hem de Türkiye’nin siyasetini, toplumsal yaşantısını, dilini, kültürünü ve tarihini bilen insanlar artık. Yaşadıkları alan ne sadece Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika ne de sadece Türkiye. Onlar küreselleşmenin kendilerine sağladığı olanaklarla her iki ülkeyi aynı anda yaşayan, bir anlamda nehrin iki yakasında aynı anda varolabilen, ulus-aşırı insanlar haline geldiler. Onlar artık göçmen değil, göçmen-aşırı (transmigrant) insanlar. Tüm bu nedenlerden ötürü bildikleri dillerin, kültürlerin, geleneklerin ve hatta dinlerin kendilerine sağladığı ayrıcalıkla dünyanın her yerinde rahatlıkla yaşayabilme becerisini gösterebilecek çokkültürlü özneler haline geldiler.