Die Gaste, SAYI: 16 / Mart-Nisan 2011

Herşey Türkiyeli Göçmenler İçin...!


Ozan DAĞHAN



    Almanya’nın yabancılar politikasının Türkiyeli göçmen toplumu üzerinden yürütüldüğü, “Alman yönetici kültürü” (deutsche Leitkultur) yanlıları dışında herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu gerçeği kabul edenlerin, bu durumdan hoşnut olmayanların, değişim için bir adım atmak düşüncesinde olanların ve sorunu bizzat yaşayanların, her koşulda “iyimser bir ruh hali”ne sahip (optimist) olmaları beklenmektedir. Böylesi bir “iyimser bir ruh hali” içerisinde, entegrasyonu “uyum”, eğitimi “meslek eğitimi”, anadili derslerini “geleneksel değerlerin öğretimi” olarak algılamaları, düşünmeleri, bilmeleri, kabul etmeleri, Alman yönetici kültür yanlılarının tek amacıdır. “Almanya’da iki dilde yazılmış şehir tabelaları görmek istemiyorum”(Otto Schilly), “Hıristiyanlık kuşkusuz Almanya’nın bir parçası. Yahudilik kuşkusuz Almanya’nın bir parçası. Bu, bizim Hıristiyan-Yahudi tarihimiz. Fakat İslam da artık Almanya’nın bir parçası (Christian Wullf)”, “Çok kültürlülük yaklaşımı başarısız, tamamen başarısız oldu!”(Angela Merkel), “Biz Hıristiyan Birlik olarak leitkultur’ü savunuyoruz ve multikulti’ye karşıyız. Multikulti öldü!” (Horst Seehofer) vb. gibi birçok ifadede Almanya’nın köhne yabancılar politikasının dışa vurumu gözlemlenirken, aynı zamanda da yönetici kültürün, kendi çıkarlarına uygun bir temelde, göçmen ya da yabancılar politikasının nasıl şekillendiğini tanıtlamaya olanak sağlar.
    50. yılına gelinen işgücü göçünün ilk döneminde söz konusu bile olmayan hak, hukuk, değer, ilgi, kültür, eğitim, vatandaşlık gibi –burada gerçek evrensel değerleri temel alıyoruz– birçok konuda, “geçen süre” hesaba katılmaksızın, yoğun bir coşku içinde her toplantıda, demeçte, söyleşide, televizyon programlarında vb. popülist bir söylemle dile getirmeyi kendine görev edinmek, göçmen toplumuna bakış açısının ve yaklaşımın eksik ve bu anlamda da yanlış olduğunu gösterir. Yönetici kültür mantığı çerçevesinden bakıldığında, bu mantığın, elli yılda kazanılmış hakları, Türkiyeli göçmen toplumunun Almanya’da varoluşunun sadece doğal bir sonucu olarak değerlendirdiği gerçeği ortaya çıkar. Öyleyse, bir elli yılı daha kaybetmenin, ikinci bir elli yılda “geriye kalan sorunların” kendiliğinden çözüleceği umudunu taşımanın da sakıncası yoktur!
    Bu yanılsama, farklı alanlardaki kısmi değişiklikleri, örneğin vatandaşlık yasasında yapılan değişikliği, diğer sorunların çözüm noktası olarak kabul etmenin bir izdüşümüdür.(Herkes Alman vatandaşlığına geçer, Alman yasalarına vb. uyacağına dair yemin ederse, ortada yabacılar/göçmenler diye bir sorun kalmaz!). Aynı mantığın, sorunları bir bütün olarak değil, “tekil”, yani Türkiyeli göçmen çocuklarının çocuk yuvalarında karşılaştıkları ayrımcılıkla, sonderschule/förderschule’lere “teşvikiyle”, 4. sınıftaki elenme sorunuyla, üniversitedeki düşük orantıları vb. gibi durumlar arasındaki bağlantıları göz ardı etmekte de üstüne yoktur. Daha birçok olayda ve olguda bu mantığın tekyanlılığını ve yanlışlığını örneklemek mümkündür. Asıl olan ise, “çözüm”e yönelik doğru saptanmış söylemlerin bilinmesi, anlaşılması ve gerçek temeller üzerinde tartışılan, gerçek sorunların gündemde kalmasıdır.
    Burada belirtmek gerekir ki, sözünü ettiğimiz haklar ve elde edilen parçasal değişiklikler için çaba göstermiş kamusal kurum ve kuruluşlardan, dernek ve inisiyatiflere kadar tümünün geçmişteki çalışmalarını kesinlikle yadsıyamayız. Bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken Türkiyeli göçmen toplumunun elli yıllık geçmişinde, bu çalışmaları yürütenler, bu sürecin durak taşlarıdır. Kazanılmış tecrübelerden ders alınması, edinilmiş bilgilerin aktarılması ve geleceğe yönelik atılacak adımların bilimsel değerlendirmelerinde yol gösterici olacağı açıktır. Bir diğer sözle, bu oluşumların çabaları, aynı zamanda Türkiyeli göçmen toplumunun tarihsel belleğidir.
    Fakat klasik “mültikultur” odaklı göçmenler politikasının hukuksal alanda gerçekleştirdiği kısmi yenilikler ve düzenlemeler (örneğin 2000 yılında yeniden düzenlenen Vatandaşlık Yasası, oturum sürelerinde yapılan değişiklikler vb.), dönemsel olarak göçmen toplumunu kısmi bir “huzura” eriştirmektedir – birçok hukukçunun teyit ettiği gibi, her ne kadar yasalar yürürlükte olsa da uygulamada farlılıklar vardır. Bu dönemlerde yapılan yeniliğin/değişikliğin doruğa ulaştığı dönemlerde (yeni Vatandaşlık Yasasının yürürlüğe girdiği dönem gibi akın akın Alman vatandaşlığına geçildiği günlerde) Federal Hükümet, kendi siyasi düşüncesini, tüm araçları seferber ederek Türkiyeli göçmen toplumuna kabul ettirmek ve aynı zamanda da Alman vatandaşlığına geçmiş olanların oylarını “kazanmak” için en uygun zemini yaratmış olur.1 Olgunun altında yatan ve asıl belirleyici öneme sahip olan ise; üretimde gereksinim duyulan “ucuz işgücünün” (vatandaşlığa geçişle) yedeklenmesi ve güvenceye alınmasıdır.
    Alman kamu yönetiminde egemen olan bu mantığın siyasal, toplumsal, kültürel alanlardaki tektaraflılığı ekonomide de farklı değildir. Yetişen Türkiyeli gençlerin üretimde yerlerini almaları, birinci kuşağa göre –göreceli olarak– daha yetkin bir biçimde üretim faaliyetinde bulunmaları beklenirken2, aynı zamanda da bu düşüncenin Türkiyeli gençlerin belleklerine nasıl yerleştirileceği de planlanmaktadır. Yaşamın her alanında buna rastlamak mümkündür. Hauptschule’lerdeki, gesamtschule’lerdeki “praktikum”larda, “zanaatkârlık” (ausbildung/el sanatları) adı altında yapılmaktadır.
    Burada bir parantez açarak “zanaatkarlık”a açıklık getirelim.
    Zanaat sözcüğü, Almanca “Handwerk”, zanaatkâr “Handwerker” olup, çırak “Lehrling”dir. Tarihsel olarak insanlığın alet yapımına başladığı süreçten itibaren gelişen ve üretim ilişkilerinin değişiminde ve gelişiminde önemli rol oynayan “zanaatkârlık” kavramı siyasal, ekonomik, toplumsal ve sanatsal alanlarda da etkisini göstermiştir. Yontu, resim vb. gibi sanat dallarında “ustaların” bilgilerini, deneyimlerini aktardıkları ve becerilerini en üst seviyeye taşımalarında “destek” oldukları “çırakları” olduğu gibi şiir, roman, tiyatro, sinema vb. alanlarda da “usta-çırak” ilişkisine sıkça rastlanır. Diğer bir ifadeyle, insanlık tarihinin yüzyıllardan buyana yaratmış olduğu, ilk çıkarılan sesten mağaralarda çizilen resimlere, coğrafi keşiflerden teknolojik buluşlara, düşünce akımlarından toplumsal gelişime kadar bir bütün olarak insanlığın bu “bilgeliği” karşısında kendimizi birer “çırak” olarak nitelendirmemiz yanlış olmayacaktır.
    Fakat burada söz konusu olan üretimde faaliyette bulunacak ve sosyo-ekonomik bakımdan toplumun en alt katmanından gelen Türkiyeli gençlerin “el sanatlarına” yönlendirilmesinden, yani “ausbildung” yapmalarından bahsediyoruz. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, sanayi devrimini tamamlamış ilk ülkeler arasında yer alan Almanya’nın, sanayide çalıştırılmak üzere “kısıtlı” teknik donanıma sahip, “ucuz işgücü” olarak nitelendirdiği Türkiyeli gençlerinden –sanayi devrimi öncesi kullanılan tanımıyla “zanaatkârlık”– güncel ifadesi “el sanatları eğitimine” teşvik söylemiyle yedek sanayi ordusu yaratma girişiminden ve su katılmamış pragmatizmden başka bir şey değildir.
    Konunun dikkat edilmesi ve yanlış anlamalara sebep vermesini önlemek açısından belirtelim ki, bugün için meslek eğitimi yapan ya da yapmayı düşünenlerin gerçeği öğrenmesi açısından bu konular dile getirilmek zorundadır.
    Eğitim, kendi geleceğini belirlemeyi, katılımı ve dayanışma yeteneğini geliştirmeyi amaçlayan bir süreçtir.3 Türkiyeli göçmen çocukların/gençlerin bu sürece katılabilmelerinin önkoşulu ise, Almanca öğrenmektir. Bu da ancak ve ancak anadillerini, Türkçeyi temel alan programlarla çözüme ulaşabilir. Hem anadilini (Türkçeyi) hem de Almancayı dilbilgisel olarak doğru öğrenmiş, özümsemiş bireyler ortaya çıkarmayı öngören bu programlar, “…yüksek düzeyde ve yüksek düzeye doğru bir gelişim”in4 temelini de hazırlamış olacaktır. Her iki dile de egemen, her iki dilde de düşüncesini net olarak ifade edebilme gücüne sahip, insanlığın birikimleri karşısında “çıraklık” eden “bilge” insan olma yolunda azimle yürüyecek Türkiyeli gençlerimizin gelecekte “yönetici kültür” yanlılarına söyleyecekleri çok fazla sözleri olacağı açıktır.


    Dipnotlar:
    1 Prof. Dr. Ali Ülkü Azrak, Die Gaste, Sayı 15.
    2 Maria Böhmer (CDU): “Meslek eğitimi alan her genç ülkemiz için bir kazanımdır. Gençlerin meslek eğitimi yaparak bir gelecek perspektifi kazandıklarını söyleyen Böhmer, ‘Geleceğin ustası bir Türk olacak’ diye konuştu.” (Hürriyet Avrupa, 1 Ekim 2010)
    3 Prof. Dr. W. Jantzen, Sonderschule/Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu Paneli Sunumu, 13 Şubat 2010.
    4 Prof. Dr. W. Jantzen, agy.