Die Gaste, SAYI: 16 / Mart-Nisan 2011

Tartışmanın
Neresindeyiz?


Safter ÇINAR



    Karşımıza sürekli bir sorun çıkartılıyor: Göçmen/Türkiye kökenli çocuklar/ yetişkinler Almanya’da eğitimde/toplumda başarısız! mı?
    2009 yılında Thilo Sarrazin’in Cicero dergisinde yayınlanan söyleşisi ve ardından yayımladığı kitabı yıllardır az çok nesnel bir düzeyde giden “göçmen/Türkiye kökenli çocukların eğitim sorunu” tartışmalarını giderek ırkçı denebilecek bir temele oturttu.
    İtiraf etmeliyim ki, başta bu tuzağa ben de düştüm ve ilk medya söyleşilerimde politikada, bilim alanında, iş yaşamında başarılı isimleri örnek vererek sadece “başarısızlık” yaratmadığımızı kanıtlamaya çalıştım. İlk günlerin kızgınlığı ve telaşı yerini daha soğukkanlı ve nesnel bir değerlendirmeye bıraktıktan sonra, şöyle bir tavrım değişti:
    Bir kere göçmen/Türkiye kökenliler iyi ve dürüst insanlar, eğitim ve iş yaşamında başarılı insanlar olmak zorunda değildirler – böyle bir kendimizi kanıtlamak/haklı göstermek “misyonumuz”yoktur/olamaz! Her insan topluluğu gibi göçmen/Türkiye kökenliler de hertür insanı yaratacaktır.
    İkincisi etnik kökenli araştırmalar/istatistikler (istenmese bile) ırkçı ögeler içermektedir, çünkü sorulan soruyu/araştırılan konuyu sadece etnik kökene indirgemektedir.
    “Birinci kuşak” insanların Türkiye’deki konumları, Almanya’daki yaşam, çalışma ve konut koşulları ve de Almanya’nın göç-uyum ve eğitim politikalarındaki “uyumsuzluk” göz önüne alındığında, Türkiye’den Almanya’ya göçün ellinci yılını “kutlayacağımız” 2011 yılında “2. ve 3.” kuşakların aslında büyük bir başarı öyküsü yazdıklarını saptamak ve çekinmeden kamuoyunda savunmak gerekir, düşüncesindeyim.
    Ve eğer göçmen/Türkiye kökenli çocuklar ve gençler eğitim istatistiklerinde “başarısız” gözüküyorlar ise, bunda Almanya eğitim sisteminin genel yapısı ve de göç toplumuna uygun dönüşümlerin gerçekleştirilmemiş olması başlıca etkendir. Buna eğitim kurumlarında son yıllarda giderek artan bir dışlanmayı da ekleyebiliriz.
    Sorunları etnik temelde ele alan ve buradan hareketle göçmenleri/Türkiye kökenlileri suçlayan, çözümü de yaptırım ve cezalarda bulan Almanya’daki egemen anlayış sorunlara çözüm getirmekten giderek uzaklaşmakla kalmamakta, çoğunluk toplumu ile göçmen kökenli toplulukların arasını giderek açmakta, çoğunluk toplumunda dışlayıcı ve hatta ırkçı gelişmelerin artmasına neden olurken, göçmen toplulukların da giderek Almanya’da eşit haklarla yaşamak umudunu geriletmekte, kendi içine (ve aşırı dinci/şoven) dönüşümlere çanak tutmaktadır.
    Bu tür politikaların “doruk noktalarından” bir tanesi de “Almanca konuşma yükümlülüğü” adı arkasında gizlenerek uygulanan anadil yasağıdır. Yalnızca insan haklarına aykırı ve eğit bilimsel olarak amacına ters etki yapmakla kalmayıp hiçbir hukuksal temeli de bulunmayan bu uygulama maalesef birçok okulda sürdürülmektedir.
    Gerçi Almanya Eğitim Bakanları Konferansı 2010 yılının Ekim ayında yapılan toplantının sonunda okul bahçelerinde Almanca konuşma yükümlülüğüne karşı olduklarını açıkladı, ancak velilerden gerekli tepki ve itirazlar gelmediği sürece bu tür uygulamalar sürecek –ve korkarım ki– artacaktır. Bu bağlamda belki gözden kaçmış olan bir husus: Eğitim bakanları bu kararı oy birliği (!) ile alırken, Federal Hükümetin Uyum Sorumlusu ve pedagoji profesörü (!) Maria Böhmer eğitim bakanlarının bu açıklamasına karşı çıktı (Eh, imam/uyum bakanı böyle olursa, cemaat/çoğunluk toplumu ne yapsın?).
   

Uluslararası Yaklaşım


    Uluslararası eğitim uzmanlarının Alman eğitim sistemine yönelik sürekli vurguladığı ve araştırmalarla kanıtladığı üç nokta var.
    Bir: Alman eğitim sistemi sosyal-ayrımcı/eleyici bir yapıdadır, çocukların anne-babalarının eğitim düzeyinin ötesine geçmeleri çok zor ve az sayıda gerçekleşmektedir. 1970 li yıllardaki eğitim ve burs reformlarına karşın Almanya’da işçi ailelerinin çocuklarının ancak %15’i yüksek eğitim yapabilmektedir.
    Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Müfettişi Vernor Munoz’da 2007 yılının Şubat ayında Almanya’ya geldiğinde, PISA araştırmasına gönderme yaparak Alman Eğitim Sistemine sert eleştiriler getirmiş, karşılaştırılabilecek başka hiçbir endüstri ülkesinde eğitimde başarının bu denli sosyal kökene bağlı olmadığını belirtmişti.
    İki: Göçmen kökenli ailelerin sosyal konumu itibariyle onların çocuklarının bu sistemde büyük sayıda “devre dışı” kalmaları doğaldır, diğer bir deyişle: Çok sayıda göçmen/Türkiye kökenli genç okuldan diploma almadan ayrılıyor ise, göçmen/Türkiye kökenli olduğundan değil, işçi kökenli olduğundandır.
    Üç: Eğer eğitim sisteminde başarı ora-nı arttırılmak isteniyorsa, ‘etnik’ önlemler değil, ‘sosyal ve eğitsel’ önlemler alınmalıdır.

Berlin Örneği


    Berlin’de ilkokul başlangıcından önceki dönemde (ana dillerine bakılmaksızın) tüm çocukların yaşlarına (5) uygun Almanca konuşup konuşamadıkları basit bir test ile sınanmaktadır. Yaşına uygun Almanca konuşamayan çocuklara ilkokul öncesi 4 ay boyunca haftada 10 saat zorunlu Almanca teşvik dersi sunulmaktadır.
    Aşağıda verilen rakamlar örnek oluşturmaları açısından çarpıcıdır (2007 Almanca Dil Yeterlilik Testi/Deutsch plus, Kaynak: Berlin Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatörlüğü):
    Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken nokta, Zehlendorf-Steglitz gibi burjuva semtlerinde anadili Almanca olan çocuklarda Almanca öğrenme ihtiyacının ortalamanın çok altında bulunması, ama Frierichshain, Kreuzberg ya da Neukölln gibi tipik işçi semtlerinde anadili Almanca olan çocuklarda ortalamanın üstünde olmasıdır. Yıllardır hep birbirine benzeyen bu sonuçlar, bizim, sorunun toplumsal katmanlarla ilgili olduğu tezimize iyi bir kanıt teşkil ediyor.
    Berlin’de yapılmış olan “Sosyal Kent Gelişimi İzlemesi 2010, 2008-2009 Dönemi Sürümü“ araştırmasına göre Doğu Berlin’de de büyük sorunları olan büyük yerleşim birimleri mevcut. Ve orada görülüyor ki, insanların kaderini yalnızca etnik kökenleri belirlemiyor. Az sayıda göçmenin oturduğu Marzahn-Hellersdorf’da işsizlik ve çocukların yoksulluğu göçmenlerin yoğun yaşadığı Neukölln’den daha fazla yaygın durumda. Diğer bir deyişle, etnik köken değil sosyal çevre çocukların yazgısını belirliyor.
   

Kanada Örneği


    Sınırlarımızın ötesine, örneğin uluslararası araştırmalarda hep ön sıralarda yer alan Kanada’ya bir göz atacak olursak, Kanada’nın göçmenlerin çoğunlukta oldukları Ontario eyaletinde başarı oranlarının çok yüksek olduğunu görüyoruz. Kanadalıların %38’i Ontario’da yaşıyorlar, göçmenlerin ise yarısı buraya yerleşmiş. Başkent Toronto’ya her ay 9.500 yeni göçmen geliyor. Ontario okullarındaki “yabancı” oranına sınır getirilmemiş, bazı okullarda bu oran %50’nin üzerinde. Kanada’da farklı okul tipleri yok. Tüm okullar tam gün ve çocukların 4 veya 5 yaşından itibaren gittikleri anaokulları eğitim kurumu olarak kabul ediliyor.
    Bu konuda Ontario Eğitim Bakanlığı Şube Müdürü Marie-Lison Fougère 25 Mart 2004 tarihli Tagesspiegel gazetesi ile yaptığı söyleşide şöyle diyor:
    Soru: “Son PISA araştırması Almanya için gösterdi ki, evinde Almanca konuşmayan çocukların okullardaki oranı %20 veya üstünde olursa sınıflarda verim düşmektedir. Anlaşılmaktadır ki, Ontario’da göçmen oranının yüksek olması diğer öğrencilerin başarısını olumsuz etkilememektedir. Bu nasıl oluyor?”
    Yanıt: “Okula gelen bir çocuk ülkenin dilini konuşamıyorsa derhal bu konuda uzmanlaşmış öğretmenlerden ders almaktadır. Bazı durumlarda buna koşut olarak anadil dersi de verilmektedir, çünkü bilinmektedir ki, bu ikinci bir dilin öğrenilmesini kolaylaştırmaktadır. Kanada’da okul öğlenden sonra da önem taşıdığından, yaşı ileri olan öğrenciler bile bu gurup dinamiğinden yararlanıp ülke dilini öğrenmektedirler. Ayrıca Kanada okullarından göçmen çocukların anne-babaları için de dil kursları vardır. Ve, biz öğrencileri özendirmeye gayret ediyoruz. Göçmenlerin okumayı öğrenme sürecinde onlara sadece içinde kendilerini bulamayacakları çoğunluk kültüründen öyküler sunulması, yanlıştır. Bu durumda okumaya özenmemelerine şaşmamak gerekir. Öğrencileri nerede duruyorla ise, oradan almak gereklidir.”
    Ya Almanya’da: “Biz hala, farklı bir aile dili ve kültürü olan çocukları kabul etmeyi, nerede duruyorlar ise oradan almayı ve kendi dil ve kültürümüze yaklaştırmayı öğrenemedik. Çocuklar çok kez, burada doğmuş olmalarına karşın kendilerinin ve anne-babalarının aslında bu ülkede istenmediklerini algılıyorlar. Bu durumda nasıl başarılı öğrenim olabilir?” (Berlin Hür Üniversitesi eğitim araştırmacısı Jörg Ramseger 6 Aralık 2010 tarihli Tagesspiegel)
   

Ya Bizler?


    Yeni olmayan bu yaklaşım ve tartışmalarda (yalnız çoğunluk toplumunun temsilcilerinden değil, bazen göçmen topluluklarının içinden de) karşımıza çıkan sorular var: Bireylerin/ailelerin hiç mi sorumluluğu yok? Kültürel/dinsel etmenler hiç mi etkili değil?
    Kuşkusuz bu sorunların yanıtı “evet”. Ancak kanımca önemli olan, bu etkenlerin ne denli belirleyici olduğu ve/veya nerede belirleyici olduğu.
    Temel sorunun, çocuğun ailesinin ait olduğu sosyal sınıf olduğunu yukarda açıklamaya çalıştım. Bu yapının özerine kuşkusuz kültürel/dinsel boyutlar da ekleniyor, ancak bunlar var olan sosyal sorunlara ekleniyor, onları yaratmıyor. Kanımca, kültürel/dinsel ögeler sorunların analizinden çok çözümünde göz önüne alınmalıdır, ailelerle nasıl iletişim kurulacağı, onları özdendirmek için hangi yöntemlerin kullanılacağı, hangi değerlerin göz önüne alınması gibi noktalarda kültürel/dinsel boyut önem taşır. Eğitim alanında bu ögeleri göz önüne alarak yapılan çalışmalar/projeler de hep başarılı olmuştur.
    Bunlar geliştirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Ancak, Almanya eğitim sisteminin temel anlayışı değişmedikçe çocukların/çocuklarımızın eğitimdeki başarısı/başarısızlığı velilerin tutumuna değil, sosyal konumuna bağlı olmaya devam edecektir.