Die Gaste, SAYI: 17 / Mayıs-Temmuz 2011

Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’la Söyleşi


Zeynel Korkmaz-Ozan Dağhan


Prof. Dr. Nermin Abadan Unat - Söyleşi


    “Göç” olgusunun toplumsal, ekonomik, demografik, siyasal yönleriyle ilgili olarak kırk yılı aşkın bir süredir kapsamlı ve yönlendirici bilimsel çalışmalarda bulunan Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, diğer bir ifadeyle “Hocaların Hocası”, Die Gaste’nin “Türkiyeli göçmen işçilerin geçmişte ve günümüzdeki durumlarına” ilişkin sorularını yanıtladı.
    Die Gaste: Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden yapılandırılması sürecinde, üçüncü dünya ülkelerinden ucuz işgücü talebiyle Türkiye ile imzaladığı işgücü anlaşmasının ellinci yılına gelindi. 1960’ların Türkiye’sinde, geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı, işsizlik gibi nedenlerle insanlarımızın Almanya’ya göç etmeleri Türkiye’nin sosyal ve ekonomik durumuna nasıl yansımıştır?
    Prof. Dr. Nermin Abadan Unat
: Bu soru değil, bir kitabın içeriği. Yani bu böyle bir cümlede söylenemez, dolayısıyla bu konuda size bir makale yazarım, ama ben cevap veremem böyle kestirmeden. Ve yalnız burada ilave edilecek bir şey var. Sadece işsizlik nedeniyle değil, merak dolayısıyla, özgürlük aramak için ve dünyayı görmek için de insanlar geldi. Yani bunun altını çizmek lazım. Çünkü her gelen sadece işsizlik için gelmedi. Tam tersine, işi varken işini bırakıp geldi. Yalnız aşağıdan yukarıya çıkmak için gelmedi, yukarıdan aşağıya indi. 9.000 tane öğretmen, beyaz yakalı bir meslek, işçi oldu, yani mavi yakalı oldu. Bunu belki yine ekonomik sebeplerle, fakat bir yerde de bir şeyler öğrenmek için yaptı. Onun için bu gelen insanların hepsinin işsiz olduğunu da ileri sürmek mümkün değil. İşte dediğim gibi, mesela muhasebe müdürü bir adam zorla karısını gönderiyor, arkadan aile birleşimi yoluyla kendisi de Avrupa’ya gelsin diye. Bu Doğu Almanya-Batı Almanya ilişkisinde, Duvar’ın çöküşünde tüketim alışkanlıkları, yani tüketime heveslenme alışkanlıkları ne kadar rol oynadı ise, bir ölçüde Türkiye’de de rol oynadı. Yani bir araba sahibi olmak için de gelenler oldu... Onun için böyle hepsi işsiz, kapılara yığılmışlar… O tez de, onu da çok daha ince bir şekilde incelemek lazım.
    İşte benim ilk kitabım olan Batı Almanya’daki İşçi Sorunları’nda, gelenlerin baba mesleği ve kendi meslekleri olduğunu göstermiştim. Orada çok açık görülüyor ki, onlar Türkiye’de daha iyi bir durumu bırakıp buraya geldiler. Şimdi bu vasıflı meselesinde şeyi hatırlamak lazım. Bütün Akdeniz ülkelerinden gelen işçiler, yani o ilk zamanlarda, İtalya, İspanya, Yugoslavya, Yunanistan da gönderiyordu ve en son biz katıldık. Ve bunların içinde, yani Akdeniz’den gelen işgücünün içinde en yüksek vasıflı işgücü oranı Türkiye’dedir. Bunu Oxford’da halen hocalık yapan Susan Pan adında bir ekonomist yazdı. Exporting Manpower adlı kitabında Türkiye’nin %48,5 oranında kalifiye işgücü gönderdiğini, diğer ülkelerde böyle bir oran yok. Efendim şimdi Almanlar vasıflı işgücünün hakkını da vermediler. Yani Erkek Teknik Okulu mezunlarının diplomalarını saymadılar. Orada Türklerin aleyhine olan bir değerlendirme var.
    Die Gaste
: Almanya’ya giden işgücünün niteliği ve dayandığı sosyo-ekonomik yapı neydi; sizce bu işgücünü Alman ekonomisi açısından uygun kılan özellikler neler olmuştur?
    Prof. Dr. Nermin Abadan Unat
: Burada da gene iki tarafa bakmak lazım. Türkiye’nin 1961 Anayasası ile beraber bir Beş Yıllık Kalkınma Planı, programı alındı. Bu anayasanın metnine de girdi. Yani Türkiye’nin ekonomik kalkınması beş yıllık planla olacak ve bu plan endikatif bir plandı, yani zorlayıcı bir plan değildi tavsiye edici bir plandı. Ve bu planın, Anayasa’daki maddenin, daha doğrusu Birinci Beş Yıllık Plan’ının programında yer alan madde diyor ki, “artan işgücü ihracatı” öngörülmüştür. İşte bununla vasıflı işgücü kazanılacağı umuluyor ve Türk ekonomisinin canlanması planlanıyor. Bu öyle bir tasavvur ki, hiçbir şekilde gerçekleşmedi. Son derece ütopik bir tasavvur, çünkü o zamanki planlamacılarımız rotasyon usulüyle gönderilmesini öngörmüşler. Yani bir sene kalacaklar, öğrendikten sonra Türkiye’ye gelecekler ve Türkiye’de ekonomiyi harekete geçirecekler. Bu tamamen ütopya çıktı. Bir kere ki, rotasyon hiçbir zaman uygulanmadı. Alman işvereni istemedi, Türk iş alanı istemedi. Dolayısıyla bir kere, yani bu hedef metot olarak da uygulanmadı. İçerik olarak da çok komik, çünkü Türk işçisinin %48,5’i hiçbir alet kullanmadan sadece kol gücüyle çalıştı. Çıplak kol gücü, çıplak fiziki güç! Bir kürek bile kullanmadılar. Dolayısıyla bir şey öğrenmeleri söz konusu değil. Zaten yaptıkları işi ne kadar zamanda öğrendiniz sorusuna -biz sorduk- bir ile üç saat. Bir ile üç saatte öğrenilen bir beceri her halde Türkiye’de fazlasıyla mevcuttu. Onun için o bir ütopya. Almanlarınki bir ütopya değil. Almanlar, Duvar çekildikten sonra Doğu Almanya’dan insan gücü akımı kesilince Akdeniz’den işgücü topladılar. O zamana kadar da zaten, İtalya ve İspanya ve bir ölçüde Yunanistan biraz daha gelişmişti. Sıra Türkiye’ye geldi. Ve Türkiye’den ilk hamle de büyük şehirlerden geldi. Ta ki Türk Alman ikili anlaşması imzalanınca, bu anlaşma gereği açık iş yerleri Türkiye’nin her tarafına duyuruldu, ondan sonra daha az gelişmiş illerden insanlar gelmeye başladı.
    Die Gaste
: Geçmişte yurtdışındaki işçilere ilişkin sosyolojik araştırmalar yapılıyordu. Günümüzde çok az yapılmaktadır. Sizce bunun nedeni ne olabilir?
    Prof. Dr. Nermin Abadan Unat
: Sizin bu savınızı ben çok garipsiyorum, çünkü ben tam tersini görüyorum. Tam tersi. O zamanlarda, yani başlangıç kısmında çok az araştırma vardı. Benim araştırmam ilktir ve benden sonra bir süre hiç kimse yapmadı. Sonra bir miktar Almanlar araştırmaya başladılar, o da aile birleşiminden sonra eğitim sorunları başladığı zaman. Fakat bugün bir kere Almanca Ausländerpädagogik (Yabancılar Pedagojisi), yani benim çok garipsediğim ve benimsemediğim, reddettiğim bir kavramdır. Yabancı pedagojisi, ne demek! Pedagoji tektir. İnsanoğlu nasıl öğrenir? Onun yabancısı başka yerlisi başka değil, psikoloji bakımından. O Ausländerpädagogik (Yabancılar Pedagojisi) yerleşmeye başladıktan sonra, Alman üniversitelerinde araştırmalar başladı. Ondan sonra işte kadın araştırmaları bu konuya sıçradı. Bugün çok daha fazla tek yönlü çarpıtılmış, bir takım klişelere boğulmuş araştırmalar var. Türkiye’de de mesela eskiden hiç olmadığı kadarıyla şimdi göç araştırmaları var, hem de bir üniversitede değil, iki değil, onun için sizin bu sorunuzu ben tam ters anlıyorum.
    Başlangıçta keşke yapılsaydı da, keşke o zaman daha çabuk davransalardı da tedbir alsalardı. İşte istifa eden Cumhurbaşkanı Köhler, onun bir lafı var, istifa etmeden önce bu entegrasyon meselesine: “Wir haben verschlafen”, yani biz uyuduk, şimdi uyandık. Yani bu itiraf önemli bir itiraftır, önemli bir kişinin ağzından çıkmış bir itiraftır. Almanlar gerçekten hep böyle sınırlı problemler üzerinden düşündü, bütüne bakmak işlerine gelmedi. Özellikle Türkiye-Almanya mihveri üzerinden ve Türkiye-Avrupa mihveri üzerinden hiç bakmadılar. Onun için bunu ters çevirmek lazım. Yani ben en azından ters görüyorum sizin ileri sürdüğünüzden farklı olarak.
    Die Gaste
: Göç olgusuna işaret eden belli başlı etmenler uzun zaman Alman politikacılar tarafından yadsındı. Bugün halen devam eden entegrasyon tartışmaları sürecinde politikacıların bu tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Prof. Dr. Nermin Abadan Unat
: Efendim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, şöyle diyelim, göç her zaman vardı. Almanya ise göç alan ülkelerin şahıdır. Bütün resmi söylemlerin tam tersine, Almanya tarihi boyunca doğudan gelen tüm kavimlerin adamlarını topladı, insan gücü topladılar. Polonyalı, Çekoslovak, Macar, Sloven, yani bu insanların hepsi doğudan batıya geldiler. Hiçbir zaman, ne İmparatorluk zamanında ne Cumhuriyet zamanında, biz göç ülkesi değiliz demediler, demediler çünkü nasıl olsa bunlar entegre oluyor… Bir de din faktörü var burada, bunlarda hepsi Hıristiyan, işte bu bir şekilde eritilir. “Biz göç ülkesi değiliz” sözü, ne zaman ki İslam ve başka dinlere mensup Budist, Hindu gibi dinlerin temsilcileri de gelmeye başladılar Avrupa’ya, işte o zaman biz göç ülkesi değiliz sözü çıktı.
    Yani o İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir söz. Ve bu söz frenledi, mütemadiyen oyalandı Alman kamuoyu, özellikle Helmut Kohl döneminde, çünkü daha evvelki dönemlerde, Almanlar gene belki aynı zihniyetteydi, fakat muhtaç oldukları için hiç o sözü etmediler. Çiçekle karşıladılar, radyo hediye ettiler falan. Ne zamanki artık iş tavsamaya başladı, ihtiyaç da kalmadı -ama aileler birleşti-, o zaman işte biz göç ülkesi değiliz dediler. Ve bütün Helmut Kohl dönemi buna damgasını vurdu. Ta ki, Sosyal Demokratlar gelip de Yabancılar Yasası’nı değiştirinceye kadar. Ve şimdi aslında yeni yasa ile çifte pasaport ya da ikili hüviyeti kabul ettiklerini de açıkça söylemiyorlar. Gerçek şudur ki, 2000’den sonra doğan bütün çocuklar iki vatandaşlığa sahiptirler. Evet, 23 yaşında tercih yapacaklar. 2023’te ne olacak onu bugünden kestiremeyiz, falcı da değilim. Büyük bir ihtimalle bambaşka bir şey olacak. Onun için, yani yaptıklarını da doğru söylemiyorlar. Şimdi her doğan yabancı çocuk otomatikman Alman vatandaşlığına ve babasının vatandaşlığına sahip.
    Die Gaste:
Başbakan Erdoğan Almanya’daki Türklerin “azınlık haklarından” söz etti. İşgücü göçüyle oluşan göçmen toplumunu “azınlık” olarak tanımlamak doğu mudur?
    Prof. Dr. Nermin Abadan Unat
: Şimdi sosyolojik bakımdan doğru, hukuki bakımdan tartışılabilir. Çünkü Almanya’da mesela hali hazırda hukuken azınlık hakkı olarak bir hak tanınmış. Schleswig-Holstein Eyaleti’ndeki Almanların Danimarka dilinde öğrenim görme hakları var, diğer haklarla beraber bir azınlık hakkı olarak tanınmış. Ama başka hiçbir nüfus grubuna böyle bir hak tanınmamış. Dolayısıyla hukuken böyle bir saptama yapmak kolay değil, çünkü her ülke kendi yasama organı tarafından tanınıyor bu hakları. Yasama organı Almanya’da başka azınlıklarla beraber, başka azınlıklarda var, işte Çekler var, Macarlar var, bir sürü başka gruplar var, onlara böyle bir hak tanımadıkça bizim için, ama sosyolojik bakımından elbette bir azınlıktır. Yani bir çoğunluk toplumu var, o çoğunun toplumunun karşısında azınlıklar var. Ama bu sosyolojik bir kavramdır, aradaki farkı gözetmek lazım. Çok uzun bir süre artık bu insanlar burada oturduğu için Başbakan Erdoğan’ın bunu böyle nitelendirmesi büsbütün aykırı değil, ben bunu büsbütün aykırı görmüyorum, ama hukuken bir yaptırım gücü yok.
    Die Gaste
: Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı hocam?
    Prof. Dr. Nermin Abadan Unat
: Benim burada söylemek istediğim şey entegrasyon üzerinde tartışmak beyhude bir çabadır, çünkü artık entegrasyon diye bir olay dünya çapında kaybolmaya yüz tutuyor. Var olan şey transnasyonalizm, ulus ötecilik diyebilirim, ulus ötesi yurttaşlık anlayışının yerleşmesi. Bu da günümüz şartındaki göç hareketleri, yalnız Avrupa’da değil, Amerika’da, Asya’da nerede olursa olsun ve hangi sahiplerle olursa olsun geçmişle ilişkiyi kesmek, kaldırmış... Bugün kişiler geldikleri ülkeye bir şekilde bağlı kalıyorlar, çünkü iletişim araçları, ulaşım araçları bunu mümkün kılıyor. Aynı zamanda gittikleri ülke ile ilişki kuruyorlar. Dolayısıyla tek yurttaşlık diye bir şey kalmadı, birden fazla yurttaşlıklar var, birden fazla sadakat ilişkileri var. Bu sadakat ilişkileri yalnız devletten devlete değil, mesela doğup büyüdüğü köy, doğup büyüdüğü kasaba ile yerleştiği şehir arasında. Kişi Keupstrasse’ye sadık olabilir, aynı zamanda gidip Çemişkezek’te ya da İstanbul’un Eyüp’üne, Üsküdar’ına da gidip bağlanır, yani “ben Eyüplüyüm ya da Keupstrasseliyim, ama pasaportumda işte Almanya yurttaşlığı yazıyor…” Yani transnasyonalizm yeni sadakatler üretiyor. Yeni sadakatler çeşitli alanlarda olabiliyor ve Alman sosyal bilimciler bunun üzerine çok çalışıyorlar. En başta Göttingen Üniversitesi Max Planck Enstitüsü’nde Steven Vertovec isminde bir direktör var. Oxford’dan gelmiş ve etnik ve dinsel farklılıklar üzerinde çalışıyor Göttingen’de. Transnasyonalizm teorileri orada ve başka bir takım merkezlerde oluşturuluyor. Yani entegrasyon demode, modası geçmiş, dünkü bagajdan çıkan bir kavramdır. Yarın bagajdan başka bir kavram çıkar.