İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 20 / Ocak-Şubat 2012

Entegre Olma Özürlü mü,
Entegre Etme Özürlü mü?


Av. Asuman ÖKTEM



    Sanki masal gibi…
    Bir varmış, bir yokmuş, deve tellal iken, pire berber iken, bir ülkede yaşayan insanlar, geçim zorluğu yüzünden, kendi ülkelerinden kalkıp dünyanın bir başka ülkesine çalışmak için göç etmişler.
    Her ne kadar göç ettikleri ülkenin dilini ve adetlerini hiç bilmeseler de, gelir gelmez, çalışmaya başlatılmışlar. Bu insanların, göç ettikleri ülkenin dilini ve adetlerini bilmemeleri ne kendi ülkelerindeki devlet büyüklerini, ne göç ettikleri ülkedeki devlet büyüklerini hiç düşündürtmemiş ve kaygılandırmamış. Çünkü o sıralarda devlet büyüklerinin çok ama çok mühim işleri varmış. Dil bilmedikleri için, dertlerini anlatamadıkları için, sayısız romana konu olabilecek denli inanılmaz güçlükler ve acılar çekseler de, çalışmayı ve gelirlerinin büyük bölümünü biriktirmeyi sürdürmüşler.
    Az gitmişler, uz gitmişler, bir arpa boyu yol gitmemişlerse de, 50 yılı geride bırakmışlar. Biriktirdikleriyle önce memleketlerinde, sonra göç ettikleri ülkede ev almışlar, dükkan almışlar, gelecek planlarını biriktirdikleri paraya ve çalıştıkları ülkeye göre yapmışlar.
    50 yıl bir ömür. Bir ömür boyu burada yaşayıp, burada ölmüşler bu insanlar. Geldikleri ülke ile bağları gitgide zayıflamış, oradaki akrabalarının bir kısmı çoktan ölmüş, büyük bir kısmına ise artık yabancılaşmış.
    Bu insanların çocukları her ne kadar göç ettikleri ülkede doğmuş ve bu ülkenin okullarında eğitim görmüş olsa da, genellikle temel ve zorunlu eğitimin ötesine geçememişler. Anadillerini, “ne gerek var” diye kullanmaktan uzaklaştırılmış bu çocukların anadili okuma-yazma yetileri hiç olmamış. Hatta bazılarının anadilinde bildikleri sözcük sayısı 40-50’yi geçmemiş. Çocuklar büyümüş, genç olmuşlar. Resmi devlet okullarına gitmişler, öyle ya da böyle o ülkenin dilini anlar, konuşur ve yazar olmuşlar.
    Buna rağmen onlara göç ettikleri ülkeye entegre olmadıkları, göç ettikleri ülkenin dilini bilmedikleri, vb. söylenmiş. Onlar ise, bu eleştiri-suçlama karışımı sözlerden hiçbir şey anlamamışlar.
    Onlara göre, göç ettikleri ülke okullarına gittikleri için bu ülke dilini, anadillerinden çok daha iyi bildiklerini düşünüyorlarmış.
    Yine de bu çocuklar ve gençler, entegre olmamakla suçlanmışlar. Ana-babaları da, hem entegre olmamakla, hem de çocuklarıyla göç ettikleri ülkenin dilinde konuşmadıkları için suçlanmışlar.
    Oysa ilk kuşak, gelir gelmez işe başlatıldıklarından, zaten göç ettiği ülkenin dilini öğrenecek ne zamanı, ne olanağı olmuş. İkinci kuşak ise, “misafir” muamelesi gördüklerinden, kendi anadillerinde eğitim veren göstermelik okullara gönderildiklerinden, bu ülkenin dilini eğitim dili düzeyinde öğrenme olanağına hiç sahip olmamışlar. Üçüncü kuşak ise, göç edilen ülkede doğmuşlar ve bu ülkede okula gitmişlerse de, her nedense temel eğitimin ötesine geçememişler. Hatta notları iyi derecede olanlara bile, etkili ve yetkili kişiler tarafından, temel eğitim okullarında kalmaları tavsiye edilmiş.
    Yapabildikleri tek şey, çalışmak, para biriktirmek olan bu göç insanları, her ne kadar kendi ülkelerinde tarla, ev vb. almışlarsa da, zaman içinde hem memleketlerinde fazla eş-dostları kalmadığından, hem de çalışıp biriktirdikleri paralarla satın aldıkları mallardan fazla bir hayır görmedikleri, memleketlerine para göndermekten, oralarda bir şeyler satın almaktan epeydir vazgeçmişler.
    Vazgeçmesine vazgeçmişlerse de, çalışıp biriktirdikleri paraları daha iyi yaşamak için, çocuklarının daha iyi eğitim alması için, toplumsal ve kültürel olarak daha fazla gelişmek için vb. değerlendirmek de pek olanaklı olmamış. Memleketlerinde aldıkları evlerin pek hayrını görmediklerinden, göç ettikleri, çalıştıkları ve öldükleri ülkede ne yapabiliriz diye bakınmaya başlamışlar. Göç edilen ülkenin “akıllı”ları, “pantolon uyduramadık, gömlek verelim” türünden bir yaklaşımla, “entegre edemedik, buyurun size ev satalım” diye ortaya çıkmışlar. Zaten memleketlerinde satın aldıkları evlerden hayır görmemişken, bir yandan da paralar birikirken, bu defa göç ettikleri ülkede yatırım yapmaya başlamışlar harıl harıl. Kimisi kira ödemekten kurtulmak için, kimisi biriken parayı ne yapacaklarını bilemediklerinden, bir başkası “herkes alıyor, bir kerameti olsa gerek” diyerek ev satın almaya başlamışlar.
    Bir yandan “kira öder gibi” ev satın alınırken, diğer yandan biriken paralar vadeli hesaplara yatırılmış, “belki bir gün gerekir” diyerek, gelecekte “topluca para alırım” diyerek bol bol her türden sigorta da yaptırılmış. Bu andan itibaren, artık sadece bunlar için çalışır olmuşlar.
    Memleketlerinde zaten insan yerine konulmamış, yurttaş olmanın ne olduğu bile anlatılmamış bu insanlar, göç ettikleri ülkenin ne yönetimiyle, ne siyasetiyle ilgilenmediklerinden, satın aldıkları evlerin bulunduğu yerdeki yerel yönetimlerle de hiç ilgilenmemişler. Onlar ne kadar ilgilenmemişlerse, başkaları da onların ilgilenmemesinden hep hoşnut kalmışlar.
    Ama artık ev satın alarak yerleşik hale gelmişler. Satın aldıkları evin çöp sorunu, bu evlerin önünden geçen yol sorunu, yaşadıkları yerdeki trafik, toplu taşım politikası, o yerin imarı, o yer belediyesinden bekleyebilecekleri hizmetler konusunda, kısacası yaşadıkları yerin yerel sorunları konusunda bile hiçbir biçimde söz hakları olmamış. Kendilerine bahşedilen tek hak, ne olduğu belirsiz bir ucube olan “yabancılar meclisi” seçimlerinde “oy kullanmak” olmuş.
    Tüm bunlar masal gibi.
    Oysa memleketlerinden kalkıp “yaban ellere” göç etmiş, “yaban eller”de her gün işe gidip gelen, vergi ödeyen, ama ödedikleri verginin nerede ve nasıl kullanılması gerektiği konusunda da söz hakları olmayan ve 50 yıldır bu biçimde yaşamak durumunda olan insanların öyküsünü anlattık.
    Bu durumdaki insanlar ne yapar?
    Çok değil, bir süre sonra, ister yaşadığı yerin, ister yaşadığı ülkenin sorunları olsun, tümüne yabancılaşır. Bu sorunlar bir süre sonra artık onu hiçbir biçimde ilgilendirmez olur. İster istemez toplumsal, siyasal ve kültürel yaşama duyarsızlaşır ve onu sadece kendi dar çevresi ilgilendirmeye başlar. Kabuğuna çekilmiş bir yaşam sürdürmeye başlar. Böyle yaşadıkça ülkenin dilini öğrenmemekle, entegre olmamakla, “paralel toplum” oluşturmakla suçlanırlar.
    Yaşadığı ve geleceğini tümüyle bağladığı yerin en sıradan toplumsal konularında bile söz hakkı verilmemiş bu insanlar, işyerinde çalışmasına, alış-veriş yapmasına, doktora gitmesine yetecek miktardan daha fazla yabancı dil neden öğrensin? Kendisi gazete okumamakla suçlansa da, söz hakkı olmayan konuları okusa ne fark eder?
    Yine de aynı insanlar, çocuklarını, yaşadığı bu ülke okullarına gönderir, hatta, okulda fazla başarılı olmasa da, çocuğunun göç ettiği ülkenin dilini “perfekt” bilmesiyle övünür. Ne de olsa çocuğuyla alış-verişe gittiklerinde o ülke tezgahtarlarıyla gayet akıcı bir şekilde konuşabilmektedir. Demek ki çocuğunun “yabancı” dili “perfekt”tir.
    Peki, göç ettikleri ülkenin dilini bilmeyen kim ? Göç ettiği ülkeye 40-50 yıl önce gelmiş, artık emekli olmuş, evinde oturan kişi mi? Doktorlar mı şikayetçi onların dil bilmemesinden? Kim ve neden şikayetçi olsun ki onların dil bilmemesinden? Kaç kere resmi işleri oluyor ki?
    Yoksa, yaşadığı ülkenin okullarına gidip, yıllarca orada eğitim görmüş gençlerin mi o ülkenin dilini bilmediklerinden şikayet ediliyor? Madem ki okula gidip eğitimden geçmiş insanlardan söz ediliyor, onların o ülke dilini yeterince bilmemelerinin sorumluluğu kimde? Bu gençler mi, ısrarla kendi dillerini konuşup, yaşadıkları ülke dilini konuşmamakta ısrar ediyorlar? Bugüne kadar böyle davranan göçmen gençle karşılaşmadık.
    Bu göçmen insanlar, yeri geldiğinde aptallıkla, yaşadıkları ülkeyi aptallaştırmakla, manavlıktan başka bir şey yapamamakla suçlanır. Ama aynı ülkenin bankaları ve sigortalarında bu göçmen insanların birikimlerinden nasıl faydalanıldığından söz edilmez. Bu birikimlerin ekonomiye katkısını kimse anlatmaz. Bu boyutta birikimin nedeni olan, bu göçmenlerin “para biriktirmeciliği”nden ve bu boyutta içe kapanık yaşamak zorunda bırakılmasından ise asla dem vurulmaz.
    Bu göç masalında bir olgu daha vardır.
    Göç ettikleri ülke, örneğin Almanya, yakınındaki, kendisi gibi gelişmiş diğer ülkelerle birlikte bir birlik kurmuştur. Zamanla bu birliği genişletmek amacıyla, kendileri kadar gelişmemiş başka ülkeleri de birliğe almışlardır. Birlik kuralları gereği, bu sonradan katılan ülkelerin insanlarına, birlik ülkelerinde serbest dolaşım, yerleşme ve çalışma hakları tanınmıştır. Sonradan birliğe katılan ülkelerin insanları da daha gelişmiş ülkelere çalışmak amaçlı gelmeye başlarlar. Durum öyle bir hal alır ki, göçmenin varlığı sorun olmaya başlar. Çünkü diğer birlik ülkelerinden gelen insanları engelleme olanağı yoktur. Ama göçmen zaten birçok haktan yoksun olduğundan, onun haklarını biraz daha kısıtlamanın da fazla bir sakıncası yoktur. Böylece bizim “gariban” göçmen, ne yaparsa yapsın, yaranamaz hale gelir. Sık sık “misafir” olduğuna gönderme yapılır, entegre olmamakla, manavlıktan başka bir şeyden anlamamakla, vb. suçlanır da suçlanır.
    Burada “göç masalına” biraz ara verip, tarihte küçük bir yolculuğa çıkalım.
    Milattan önceki zamanlarda, eski Yunan şehir devletlerinde üç tür insan yaşamaktaydı. Yurttaşlar, normal insanlar ve köleler. Seçme ve seçilme hakkı, ülke sorunlarında söz sahibi olma gibi “siyasal katılım hakkı" olarak adlandırabileceğimiz haklardan yalnızca “yurttaşlar” yararlanabiliyordu. Yurttaş ise, ana-babası da yurttaş olanlardı. Normal insanlar ise, bu devlete sonradan gelmiş insanlardı. Bunlar çalışabilir, ticaret yapabilir, ama toplumsal sorunlar konusunda söz sahibi olamazlardı (siyasal katılım hakkı yoktu). Bir de köleler vardı, bunların hiçbir hakları yoktu.
    Eski Yunan’dan bu yana tam 2000 yıldan daha fazla zaman geçti!
    Oysa bu iki bin yılda, eski Yunan’dan bu güne kadar insanlık tarihinde çok önemli gelişmeler olmuştur.
    Örneğin Avrupa Birliği ülkelerinin vatandaşlarının kendi ülkelerinde olduğu gibi bir başka birlik ülkesinde de yerel parlamento seçimlerinde aday olma ve oy kullanma hakları, yani seçme ve seçilme hakları vardır. 50 yıldır Almanya’da yaşamakta olan ve artık dördüncü.kuşağını yetiştirmeye başlayan göçmenlerin ise (AB ülkesi vatandaşı değilse) bu ülkede hala belediye düzeyinde bile söz hakları yoktur.
    Daha da ilginç olan ise, bu konunun artık, AB ülkesi vatandaşı olmayan eğitimli göçmenlerin bile ilgisini çekmemesidir. Onlar da tipik göçmen davranışı diyebileceğimiz bir tavır sergileyerek, bu konu açıldığında, yaşanılan ülkenin vatandaşlığına geçilince bu sorunun ortadan kalkacağını anlatarak, bireysel çıkış yollarını insanlara çözüm gibi sunabilmektedirler.
    Bir insanın, vatandaşlık değiştirmesi başka bir şeydir, yaşadığı ülkenin yerel ve genel sorunlarında söz sahibi olması başka bir şeydir. Vatandaşı olunan devletle vatandaşlık bağını koparıp, başka bir ülkenin vatandaşlığına geçmek son derece ciddi ve hayati bir karardır. Yerel sorunlara siyasal katılım ile vatandaşlık değiştirmek bir ya da benzer olgular/tercihler gibi algılanırsa, geri kalmaktan kurtulunamaz.
    İşte “göç masalı”nın geldiği yer burasıdır: Para biriktirmeye endekslenmiş içe kapanık bir yaşam, seçme ve seçilme hakkından yoksunluk, kendi iradelerinin, bir başkalarının istemine ve çıkarına uygun olarak oluşturulmuş kararlara tabiyeti.