İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 20 / Ocak-Şubat 2012

Söyleşiler IX


Koral OKAN



Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Ötek, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
    Biri: (der ki) : Merhaba... Nasılsın?
    Öteki
: Merhaba... Teşekkür ederim! Ben iyiyim, sen nasılsın?
    Biri : Ben de iyiyim.
    Öteki
: Bugünkü konumuzun, geçen konuşmamızdan beri geçen uzun sürede aklımı kurcalayan bir alanda olmasını istiyorum. Çok temel ve köklü bir konu ve Antik Çağ’dan, Antik Ege kültüründen adım adım bugüne kadar getirilmiş sosyal bir olgu: “DEMOKRASİ” !...
    “Demokrasi”, (Yunanca demokratia yani demos, halk + kratos, iktidar) bir yandan, üzerinde sık sık tartışmalar yaşanan, gerek hukuk ve gerek diğer sosyal bilim alanlarında belirleyici nitelikte bir kavram haline gelmişken, diğer yandan da siyaset piyasasında değeri düşmüş bir para gibi dolaşmaktadır.
    Daha önceden anlattığımız gibi, ilk kez Solon (640-559) zamanında oluşturulan siyasi yapılarda, yani “Atina Demokrasisi” diye anılan sistemde, tüm yurttaşlar oluşturulan meclislerde yasaları yapma, oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti. Yurttaşlar toplandıklarında, kamusal sorunları tartışırlar, yasa teklifleri yaparlar, yasalar kabul ederler, uzmanlık isteyen işler için seçim yaparlar, herşeyi tam bir açıklıkla tartışırlar, kararlar alırlar, kısaca devleti doğrudan demokrasi esaslarına göre yönetirlerdi. Halk egemenliği doğrudan gerçekleşir, aracıların dolayımı söz konusu olmazdı. Kavramın gerçek anlamına uygun bir işleyiş oluşturmuşlardı.
    Atina demokrasinin temel ilkesi, her yurttaşın yönetilme ve yönetme yeteneğine sahip olduğuydu ve bu, bir biçim sorunu olarak, sadece ilke düzeyinde kalmıyordu. Her yurttaş, rotasyon esasına göre kamusal sorumluluklara getiriliyordu. Bu uygulama, kura usulüyle yapılıyor, zaten sınırlı olan kamusal görevlere getirilecekler kura çekimi yoluyla saptanıyordu. Bu temel ilke, yöneten-yönetilen ayrımını ortadan kaldırıyordu. Dönemin Yunan düşüncesi, seçim esasını geçerli saymıyordu ve bunu da haklı bir gerekçeye dayanıyordu. Bu anlayışa göre, seçim sistemiyle yöneticilerin seçilmesi bir oligarşinin ortaya çıkmasına neden olurdu. Öyleyse bir oligarşinin ortaya çıkmasını önlemenin yolu, seçimlere bir yönetim aracı olarak itibar edilmemesinden geçerdi. Seçimlere sadece sınırlı bir şekilde başvuruluyor ve teknik beceri veya uzmanlık gerektiren az sayıdaki işler için seçim yapılıyordu.
    Sitenin yönetiminde yurttaşların kamusal sorumluluklara eşit koşullarda katılmaları, eşitlik ilkesine verilen önemin bir göstergesiydi. Rotasyon ve kura esasına göre herkesin kamusal sorumluluk alması, oligarşik bir yapı ve işleyişin ortaya çıkmasına karşı bir güvence olarak görüldüğü gibi siyaset de bir uzmanlık alanı ve bilim konusu olmaktan çıkarılmıştı. Antik Ege dünya görüşünde, siyasetin bir uzmanlık konusu yapılması ve kamusal yönetimin bir elit tarafından yürütülmesi, kabul edilebilir değildi. (Zaten, gerçek anlamda özgürlüğün ve toplumsal eşitliğin gerçekleştiği bir toplumda uzmanlık diye bir şeye de gerek kalmazdı).
    Fakat yurttaşların, toplam halk içindeki sayısal oranlarının çok sınırlı olduğunu da unutmayalım. Halk içinde olup fakat yurttaş sayılmayan kadınların ve kölelerin ve o şehir devletinde doğmamış olanların seçme ve seçilme hakları yoktu. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina'yı ele alırsak, Solon döneminde toplam nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun ancak 30.000'i oy verme hakkına sahip Atinalı yurttaştı. Ancak, Ege “demokrasisi”, bir ilk siyasi yapı olması itibariyle, beraberinde tragedya vb. sosyal olayları da tarihe taşımasıyla, felsefe ve diğer üstyapı kurumlarında kalıcı etkisiyle 20. yüzyıla dek başvurduğumuz bir olgu olarak özelliğini korumuştur.
    Geçen seferler de anlattık, Solon, ilk kez oluşturulan Halk Meclisinin (ekklesia) etrafını bir sıra diğer “demokratik” önlemlerle sarıyor ve soyluların aç gözlü sömürüsüne karşı yurttaşların haklarını “demokrasi” ile koruyacak yapıların temellerini atıyordu. Bu yapıların inşası, Solon’dan sonra da Perikles döneminin sonuna kadar sürecek, ondan sonra tekrar yıkılacaktı. Burada, “demokrasi” olgularının neden tekrar yıkılmak zorunda kaldığını irdelemek, bu anlatımın sınırlarını aşacağından, ileride bu soruna döneceğimin vadesi ile yetineyim. Şimdiden söyleyebileceğim çok kısa bir işaret, bu çöküşün büyük ölçüde siyasi üstyapı ile ekonomik altyapının uyuşmazlığında yoğunlaştığı şeklinde olacaktır.
    Konumuzu açmak için, “demokrasi”yi iki kavram altında inceleyelim: Birincisi, “sivil toplum-devlet ilişkilerinin biçimi” olarak “demokrasi” ve ikincisi “siyasi yapılanma biçimi” olarak “demokrasi”. Yani “demokrasi”, sadece bir iktidar yapma tekniği değil, aynı zamanda bir iktidar kullanma tekniğidir ve köklerinde, her zaman, insanlar arası sosyal ilişkiler ağı vardır. Yine “demokrasi”, temel iddialarını insanların eşitliği ve özgürlüğü kavramlarında bulan bir sistemdir. Buna göre, önce, bir siyasi sistemin “demokratik”liğini, o yöntemin özelliklerine bakarak değerlendirebiliriz, yani siyasal gücün eşit biçimde dağıtılıp dağıtılmadığıyla ilgileniriz. İkincisi, “demokrasi” artık doğru sonuçların üretilmesinde kullanılan araçlar dizisi olarak algılanmalıdır.
    Başka bir deyişle: “Demokrasi”, bireysel tercihlerin aritmetik toplamı olmayıp, farklı bireylerin verilen bir karardan nasıl etkilendiği üzerinde durulmasını gerektirmektedir.
    Önce, yöntemin özellikleri şıkkına bakalım:
    “Atina demokrasisi”nin, kuşkusuz bugünkü anlayıştan çok daha uzak koşullar içerisinde bir “demokrasi” olduğunu tekrar vurguladıktan sonra, “Atina demokrasisi”ni oluşturan yurttaşların mutlak “egemenler” (Almancasıyla “souverän”) olduğunu söyleyelim: Yurttaşlar, esasta, yönetimini hiçbir başka kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan insanlardır; resmen erişilmesi istenen ve büyük ölçüde erişilen durum, yasanın, yürütme ve yargının kendileri tarafından yapılması, bu prensibe göre kendilerinin yönetilip ve yargılanmalarıdır.
    Kralların tek egemen olduğu dönemi, ilk kez Fransız Devrimi ile yıkan devrimcilere göre, artık “demokrasi, kamu işlerini sürekli toplantı halindeki halkın doğrudan oyuyla yürüten bir devlet olmadığı gibi, halkın birbirinden yalıtılmış yüzbinlerce grubunun düşüncesiz ve tutarsız önlemlerle tüm toplumun kaderinin belirlendiği bir hükümet de değildir... Demokrasi, her şeyi uygun biçimde kendi kendine yapan ve yapamadıklarını temsilcileri aracılığıyla yapan, kendi yaptığı yasalarla yönetilen egemen halkın devletidir.” Fransız devrimcilerinin istediği, halkın seçtiği aracılara verilen görevin açık ve net olmasıdır: “... halkın milletvekilleri halkın temsilcileri değildirler ve olamazlar, sadece aracıdırlar...” Bu aracıların, egemen halktan aldıkları görevi temsilci olarak yerine getirmeleri anlamındaki işlevleri, 16. yüzyılda siyasetin sözlüklerine girmekteydi. Feodal dönemin krallarının halkları üzerindeki egemenlikleri şimdi artık halkların eline geçmek zorundaydı.
    Rousseau’ya göre, demokrasi, yurttaşların yasaları bizatihi kendilerinin yaptığı düzenin adıdır. Zira “genel”i bağlayan şeyin, aynı “genel”den çıkması gerekir. Hatta, Rousseau, halkın yalnız yasaları yapmalarının değil, onların uygulanmasını da bizatihi gerçekleştirmeleri gerektirdiğini, ancak buna olanak bulunmadığından, uygulanma (hükümet etme) kısmını aracı-temsilcilere bırakabileceklerini söylemektedir. Ne var ki, Fransız Devriminin akabinde Robespierre ve Rousseau karşıtlarının devrim ertesi mücadeleyi kazanmaları sonucunda, durum değişmiş ve meclise seçilen temsilciler, ulusal yasaların ve ulusal siyasetin halk adına ama halktan bağımsız ve tek egemenler olarak kabul edilmişlerdir.
    Fransız Devriminden günümüze kadar gelindiğinde şimdi en çok raslanan ve artmış nüfusun gereklerine uydurulmuş modeli olan temsili “demokrasi”lerde, halk kendisi ile ilgili konularda aslında kendisine ait olması gereken egemenlik yetkisini kullanacak temsilcileri seçmekte, daha sonra bu temsilciler, “egemenliğin” güya “halk adına belirli bir süre, genellikle dört veya beş yıl süre ile kullanılmasına katılmaktadırlar. Dolayısıyla bir defa temsilcilerini seçmiş olan halk –egemenliğini seçerken kullandığını kabul etsek bile– artık bu süre boyunca egemenlik yetkisini kullanamamakta, kendisi adına karar verme yetkisini bu temsilcilere devretmek zorunda bırakılmış olmaktadır. Bu durumda olsa olsa halkın, halk tarafından yönetiminde değil, halk “adına” bir yönetimden söz edilebilir. Aslında gerçek anlamda halk tarafından yönetim sözkonusu değilse, “halk için bir yönetimin” sözkonusu olamayacağını da tecrübeler bize göstermektedir. Çokpartili seçimlere indirgenen “demokrasi”, olsa olsa siyasal partiler olarak organize olan bazı grupların iktidara gelmek için ve bu iktidarı, taraftarlarını memnun eden ama insan haklarını korumayan bazı uygulamaları “meşru” bir şekilde serbestçe gerçekleştirmek için seçtikleri bir yol oluyor. “Demokrasi”, seçimde çoğunluğu sağlayan partinin dilediğini yapması, yani bir “çoğunluk” hakimiyeti haline gelmiştir.
    Bu çoğunluk hakimiyetinin seçimlerle oluşturulabildiği bir gerçektir. Ama nasıl bir çoğunluk ? Seçim sistemlerinin değiştirilmesiyle daha düşük oy oranlarına dayanarak mecliste ezici çoğunluğu ele geçirmenin yolu açılmıştır. Böylece, sadece seçime katılanlarla (örneğin ülke halkının sadece %60’ı seçimlere katılıyor) alınan %30’luk bir pay, o partiyi iktidara getirebilmektedir. Çünkü diğer partiler, örneğin %25 veya %20 gibi daha az oranlara ulaşmışlardır. Ama halkın, hem de seçme hakkına sahip halkın %30’unun aldığı oylar, mutlak sayı olarak seçim hakkına sahip bütün halkın oyları yurt çapında % 18’i etmektedir. Yani bütün “halkın genel irade”si, %18’lik bir azınlığın eline geçmektedir.
    “Demokrasi” olarak adlandırılan sistemlerin işleyişinde halkın rolünün, sanıldığından çok daha sınırlı olduğu görülüyor. Yaygın olan “halk egemenliği” formülünün sadece bir fiksiyondan ibaret olduğu, ortadaki tek gerçektir...
    Biri : Bu durumda şimdi demokrasi kavramını neden tırnak içine aldığını anlıyorum.
    Öteki
: Elbette. Demokrasinin içini boşaltıp bize yutturmaya çalışıyorlar. Buraya kadar kesmeden dinlediğin için teşekkürler ve allahaısmarladık.
    Biri: Güle güle usta.



    Dipnotlar:


    1 Egemen sözcüğü, Türkiye’deki genel literatürde, hakimiyet, bir devletin ülkesi ve uyrukları üzerindeki yetkilerinin tümünü ifade etmektedir. Yani sözcük, devletin özelliklerini ifade eden bir biçimde kullanılmaktadır.
    2
M. Robespierre, Ayaklar Baş Olunca, İlkeriş Yayınları, 2008, s. 58/59.
    3
J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Bulut Yayınları, 2007, s. 148.
    4
Bu anlamda, demokrasi üzerinde sistematik olarak kafa yormuş ilk düşünür olan Platon’a göre demokrasi, en az iyi olan siyasi düzendir; çünkü demokrasinin bir sapması olan okhlokrasiye (kitlenin egemenliğine) kolayca dönüşebilir, böylece de en kötü siyasal düzen olan tiranlığa götürebilir. Aristoteles için demokrasi, en iyi siyasal düzen saydığı politeianın bir sapmasıdır: Demokrasi yoksulların çıkarlarını, yani yurttaşların yalnızca bir kısmını korur; diğer sapkın kamu düzeni biçimleri gibi o da, ortak yararı korumaz.