İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 26 / Mart-Nisan 2013

Bir Başka Dilde Konuşmak
Neden Yasaklanır?


Doç. Dr. Kutlay YAĞMUR
(Hollanda/Tilburg Üniversitesi)





    Dil bir iletişim aracıdır. İnsanları diğer varlıklardan ayıran en önemli özellikleri duygu ve düşüncelerini dille aktarmalarıdır. Dünyaya gelen her sağlıklı bebek, anne-baba ve çevresinden anadilinin kodlarını öğrenir. Anne-babalar çocuklarına duygu ve düşüncelerini en iyi aktardıkları dilde konuşurlar. Olağan koşullarda insanlar dillerini kuşaktan kuşağa binlerce yıldır sözlü olarak aktarmışlardır. Yazılı dilin yaygınlaşmasıyla da birçok dilin gelişimi ve yaygınlaşması daha da kolaylaşmıştır. Çok basit bir şekilde anlattığımız çocuğun dil edinimi ve kullanımı süreci bazen hiç umulmadık bir çehreye bürünür. Örneğin işitme engelli olmak dil öğrenmenin önündeki en büyük engellerden birisi olabilir. Sağır olmak sözlü dili öğrenmeyi çok büyük oranda engeller. Ancak insan beyni iletişim gereksinimini bu defa işaret dili ile giderme yolunu bulmuştur. İnsanın varoluşunda iletişim temel olduğu için insanoğlu mutlaka bir çözüm bulmuştur. Televizyon, telefon ve internet gibi araçların da temel işlevi iletişim sağlamaktır. İnsan yaşamında bu kadar temel bir gereksinim olan iletişim ihtiyacını sınırlamak, engellemeye kalkmak veya bu iletişimin hangi kanaldan nasıl yapılacağına karışmak kesinlikle savunulabilecek bir durum değildir. Bu durumu savunmaya kalkmak ise sadece ahmaklık olarak nitelenebilir. İdeolojik saplantılarla dil yasağını savunma ahmaklığını yapanlar da insanlık tarihinde layık oldukları yeri almışlardır. Bu yazımda Hollanda’da ortaya çıkan ama son 10 yıldır tüm Batı Avrupa’yı sarmış olan dil yasakları konusunu işleyeceğim. Yüzeysel bir tartışma olmaması için konunun hem tarihsel hem de politik boyutlarını irdeleyerek “dil yasağı” kavramını mercek altına almış olacağız.
    Dilin toplumsal iletişim boyutu olmasa dil de olmazdı. Toplum içi iletişim insanların en büyük gereksinimidir. Bunun için ortak bir dile gerek vardır. Ulus-devlet kavramı henüz ortaya çıkmadan önce yeryüzünde on binlerce dil olduğu bilinir. Endüstrileşme sonucu kentleşmenin artması ve eğitim sistemlerinin çoğunlukla sadece resmi dil üzerinden yürütülmesi azınlık dillerinin zayıflamasına yol açmıştır. Ulus devletlerin egemen tutumları yüzünden küçük nüfuslu gruplar tarafından konuşulan diller daha büyük nüfusa sahip olan devletlerin ve dillerin hegemonyası altına girmişlerdir. Olağan koşullar altında bile birçok dil sadece konuşuldukları grup içinde ve genellikle de ev içi kullanımla sınırlı kalan dillerin var olmasına yol açmıştır. Eğitim sistemleri tarafından desteklenmeyen ve sadece evde konuşulan dillerin yaşaması her geçen gün güçleşmektedir. Olağandışı durumlarda ise dil konusu siyasi egemenlik ve baskı aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuyu daha iyi kavramak için tarihten örnekler vermemizde fayda olacaktır.
    Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden olan Fransa dil sınırlamaları ve yasakları açısından ilginç bir örnektir. Kuruluş ideolojisi olarak Türkiye’nin de örnek aldığı Fransa, Üniter devlet yapısını benimsemiştir. “Tek dil–tek devlet–tek millet” ideolojisinde azınlıkların kullandığı dillere resmi kurumlarda yer yoktur. Batı Avrupa’da karşılaştığımız azınlık dillerinin ötekileştirilmesinin ve baskı görmelerinin en önemli nedeni ulus-devlet ideolojisidir. Aynı Fransa yurt dışındaki Fransız çocukların ve yetişkinlerin anadillerinin öğretimi için dünya genelinde yaklaşık 130 ülkede Fransızca dil ve kültür kursları düzenlemekte ve bunun maddi kaynaklarını sağlamaktadır. Kendi anadiline ve kültürüne bu denli sahip çıkan ve Fransızcayı yaygınlaştırmak ve etki alanını genişletmek için bunca para harcayan Fransa, kendi ulusal sınırları içinde yer alan Baskça, Bretonca, Katalanca, Korsikaca, Alsazça, Mozel Fransik Dili, Batı Flamanca, Frankoprovensal, Franc-Comtois, Valonca, Champenois, Picard Dili, Normanca, Gallo, Burgonyaca, Oksitan, Gaskonca, Provensal, gibi diller için uzun yıllar hiçbir koruyucu önlem almamış ve bu dillerin eğitim kurumlarında genç kuşaklara öğretilmesine Fransız Anayasası’nı gerekçe göstererek izin vermemiştir. Fransa’nın tarihsel azınlığı olarak nitelenen bu gruplar tarih boyunca bulundukları topraklarda yaşayan insanlardır ancak devletin kurucusu halkın dili olan Fransızca anadilleri olmadığı için iki yüz yıldır kendi anadilleri okullarda yer bulamamıştır.
    İspanya’daki durum ise çok daha çarpıcı “dil yasağı” örnekleri içermektedir. Katalanlar ve Basklar İspanya’da en çok bilinen azınlık gruplarıdır, çünkü dil hakları için verdikleri mücadele ile ünlüdürler. Tarihsel olarak İspanya’nın durumunu incelediğimizde çok çarpıcı gerçekler ortaya çıkmaktadır. 1936-39 arasındaki İspanya İç Savaşını General Franko (Fransisco Franco y Bahamonde) milliyetçiler ve komünistler arasındaki bir savaş olarak gösterse de başkala- rına göre de bu iç savaş ‘faşistler’ ve ‘özgürlükçüler’ arasındaki bir savaştır. Tarihin kanlı faşistlerinden olan General Franko savaşı kazandıktan sonra İspanyolca dışındaki tüm dilleri yasaklamıştı. Özellikle Katalanlara ve Basklara karşı çok planlı dil kırımı başlattı. İspanya’da yaşayan herkes İspanyolca konuşmak zorundaydı. Katalanca konuşan insanları hapsettirdi. Azınlık dillerinde yazılmış kitapları toplatıp yaktırdı. İnsanlık dışı bu uygulamaları yaparken Franko’nun en büyük derdi Katalan veya Bask kimliğinin bastırılmasıydı. Egemenliğin kayıtsız şartsız İspanyollarda olduğunu kabul ettirmek için dil yasaklarını devam ettirdi. Dil yasakları Franko’nun öldüğü 1975 yılına kadar devam etti. 1983 yılında çıkarılan normalleşme yasası sonrasında bu yasaklar tamamen kaldırıldı. İspanya, Avrupa Birliği’ne katıldıktan sonra azınlık hakları verildi ve şimdi “dil yasağı” kavramı İspanyolların tüylerini ürpertir bir hale geldi.
    Dil yasaklarına bir başka can alıcı örnek Sovyetler döneminde yaşananlardır. “Yoldaşlık-kardeşlik” sloganıyla yola çıkan Sovyetler rejimi Lenin döneminde azınlık gruplarına çoğulcu ve destekleyici yaklaşmıştır. Küçük dil grupları için bile alfabeler geliştirilmiştir. Ancak Stalin’le birlikte inanılmaz baskıcı bir dönem başlamıştır. 1936-37 yılları arasında herkesin Kiril alfabesini kullanması zorunlu hale getirilmiş ve her türlü eğitim Rusça üzerinden verilmiştir. Stalin’in özellikle Türk gruplara yaptığı zulüm tarihin karanlık sayfaları arasındaki yerini almıştır. Kırım Tatarları yurtlarından sürülmüş dilleri kimlikleri yok edilmeye çalı- şılmıştır. Aynı şekilde Altaylar, Başkurtlar, Kırgızlar, Kazaklar, Özbekler ve Yakutlar anadillerinde eğitim verememiş, her türlü eğitim Rusça yapılmıştır.
    Zaman içerisinde insanların anadillerini konuşmaları ayıplanır hale gelmiş ve anadili eşittir geri kalmışlık ve Sovyet ideolojisine muhalefet olarak algılanmıştır. Stalin öz kimliğine ve değerlerine sahip çıkan halkları kıyıma uğratmıştır. Kırım Tatarları bunun en can alıcı örneğidir. Brejnev döneminde yapılanlar ise insanlık tarihinin en kara sayfasıdır. Eritme politikaları had safhaya ulaşmış evlerde anadilinde konuşmak bile yasaklanmıştır. Rusçanın mutlak hâkimiyetini sağlamak için yatılı devlet okulları kurulmuş ve anadili Rusça dışında olan çocuklar bu okullarda eğitime tabii tutulmuşlardır. Farklı etnik kökenlerden gelen çocukların karıştırıldığı bu okullarda Rusça dışında dil konuşmak yasaklanmıştır. Hatta çocukların isimleri bile değiştirilmiştir. Bununla ilgili de çok önemli bir tarihsel anı vardır. İkinci Dünya Savaşı’nda büyük savaş kahramanı ilan edilen Matrosov’un gerçek adının Şakir olduğu ortaya çıkmıştır. Şakir’in yatılı okul döneminde adının Matrosov olarak değiştirildiği Başkurt hükümet yetkilileri tarafından 1990’lı yıllarda açıklandı. Okulundaki baskı ve dışlanmaya dayanamadığı için adının Matrosov olarak değiştirilmesini kabul ettiği ama gerçek kökeninin Başkurt olduğu 90’lı yıllardan sonra ortaya çıkmıştır. Dil yasaklarıyla başlayan ve toplumsal bütünlük gibi sloganlarla desteklenen dil yasaklarının insanların kimliklerini ve aidiyet duygularını değiştirmeye de yönelik olduğu tarihsel bir gerçektir. 19. ve 20. yüzyılın baskıcı rejimlerinde yaşanan bu durumların 21’inci yüzyılda hem de demok- rasinin beşiği Avrupa’da yaşanıyor olması ciddi olarak sorgulanması gereken bir konudur.
    Çağımızın en karmaşık ve çapraşık ülkelerinden birisi Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bir taraftan kendi vatandaşları için her türlü özgürlük isterken, diğer taraftan emperyalist amaçları doğrultusunda dünya halkları için en büyük tehditlerden birisi olmaya devam etmektedir. Sözüm ona ‘özgürlüklerin beşiği’ olan ABD’de yapılan bazı uygulamalar dünya siyasetinin nasıl bir çifte standart üzerine kurulduğunu da çok iyi anlatmaktadır. Başka ülkelere demokrasi ve azınlık hakları dersi veren Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde yapılanlar dil ve azınlık hakları açısından ibretlik bir durumdur. Tarihe “Proposition 227” olarak geçen İspanyolca ve İngilizce ikidilli eğitim yasağı çok ilginç bir durumdur. 1998 yılında Kaliforniya’da yapılan referandumla eyalet anayasası değiştirilmiş ve ikidilli eğitim yasaklanmıştır. 36 milyon insanın anadili olan İspanyolcanın okullarda öğretilmesine izin verilmemiştir. Bir taraftan birçok ülkede azınlık dillerini örgütleyen hatta dilsel ve kültürel haklar için azınlıkları kışkırtan Amerika kendi topraklarında yüzlerce yerli Kızılderili dilini yok etmekle kalmamış çok büyük bir göçmen grubu olan Latin kökenli insanların anadilleri İspanyolcada eğitim almalarını engellemiştir.
    Bir de dillerin güçsüzleştirilmesi ve toplumsal olarak olumsuz damgalanması konusu var ki, bunun en iyi örneği de Güney Afrika Cumhuriyeti’nde tarihe “apartheid” olarak geçen durumdur. Afrikalı yerlilerin Zulu ve Xhosa gibi dilleri fakirliğin ve sefaletin simgesi haline getirilmiş; insanların anadillerine karşı tutumları olumsuzlaştırılmıştır. Kendi dili ve kültürünü aşağılamak insanlarda en derin aşağılık duygu- larını yaratır. Aslında Güney Afrika’da yaşananlar ile günümüz Batı Avrupa’sında yaşananlar arasında çok büyük benzerlikler vardır.
    Birçok ülkedeki durumu tarihsel perspektiften inceleyip eleştirdikten sonra Türkiye’de yapılan hataları görmezden gelmek de elbette kabul edilebilecek bir durum değildir. 12 Eylül askeri darbesinden sonra Kenan Evren yönetimindeki cuntanın Kürtçenin kamuya açık yerlerde yasaklanmasını ve Kürt kimliğinin inkar edilmesini unutmuş değiliz. Maalesef bu durum insanlık tarihinin karanlık sayfalarında yerini almıştır. Türk dilini ve kimliğini Avrupa’da inkâr etmek ne ise Türkiye’deki azınlık dillerini inkar etmek de aynı şeydir. Her zaman her koşulda vurguladığımız ilkemizi bir kez daha vurgulayalım: Yeryüzünde hiçbir çocuğun annesi ile anlaşabildiği dilde konuş-ma özgürlüğü elinden alınamaz.
   
    Batı Avrupa’da dil yasağı olur mu?
   
    Batı Avrupa’daki dil yasaklarının günümüzdeki en önemli nedeni daha hala ulus-devlet ideolojisinin kurumsal kimliğinden kaynaklanmaktadır. Kurumsal kültürlerin oluşması gibi değişmesi de kolay değildir. Ulus-devlet kurumları tekdillilik ve hükümranlık ilkesi temelinde yükseldikleri için farklı dillerin bu yapı içinde kendilerine yer bulmaları pek kolay olmamaktadır. Devlet kurumu olan okullardaki müfredat ve eğitimciler de bu kurumsal kültürün birer aktörleridirler. Göçmen karşıtı çok yoğun bir algının egemen olduğu Batı Avrupa toplumlarında göçmene ait her şey hor görülmekte ve aşağılanmaktadır. Basın-yayın ve aşırı sağcı siyasi partilerin söylemleriyle de beslenen göçmen karşıtlığı göçmene ait her değerin sorgulanmasını da beraberinde getirmektedir. “Uyum” gibi semantik içeriği belirsizlikler içeren bir siyasi kavramı kullanarak devlet kurumlarının işine gelmeyen her şeyi toplumsal uyuma aykırı gösteren ulus-devlet aklı göçmenlerin dışlanmasını sağlamaktadır. Bu ideolojik mekanizmanın en önemli unsurlarından birisi dildir. İnsanların birden fazla dilde konuşması sanki mümkün değilmiş gibi özellikle göçmen azınlıkların anadillerinde konuşması karşısında stratejiler geliştirmek- tedirler. Seçici algının sonucu olarak belli dillerdeki ikidilliliğin olumlu (örneğin, İngilizce-Almanca iki dilliysen çok iyi) ama göçmen dillerindeki (örneğin Almanca-Türkçe) ikidilliliğin olumsuz olduğu yanılgısı sürekli olarak topluma gerçekmiş gibi dayatılmaktadır. Bununla bağlantılı olarak okullarda göçmen dillerine karşı geliştirilen olumsuz tavır ve yasakçı zihniyetin ciddi olarak tartışılması gerekmektedir.
    1940 ve 1950’li yıllardan kalma ikidillilik alan yazınını kullanan Avrupa devlet aklı, ikidilliliği devlet dilinin öğrenilmesi önünde bir engel gibi göstermeye çalışıyor. Bilimsel olarak bu yanlıştır. Madem ikidillilik zararlıdır neden Alman çocukları İngilizce öğreniyorlar? Eğer ikidilliliğin bir zararı yoksa neden çocukların Türkçe öğrenmesine karşı çıkılıyor? Bunun nedeni ideolojik saplantılardır. Nasıl Franko, Katalanca ve Baskçayı yasaklamışsa; nasıl Stalin Sovyetlerde yaşayan tüm milletlerin anadillerini bastırmışsa, şimdi Batı Avrupa’da “dil yasa-ğı”nı savunan zihniyet de aynı kökenden gelmektedir. Okullarda Almanca veya Hollandaca dışında bir göçmen dilinin kullanılmasına izin vermemek başka türlü açıklanamaz.
    Bu ilkel zihniyete somut bir örneği Belçika’dan vermekte fayda var. Ghent Üniversitesi’nde araştırmacı olan Dr. Orhan Ağırdağ’ın yaptığı çalışmalardan birisinde Dr. Ağırdağ inanılmaz bir durumu aktarıyor. Ziyaret ettiği okullardan birisinde ağzı bantlanmış bir Türk çocuğunu gördüğünde nedenini soruyor ve öğretmen gururla “Flamanca dışında bir dil konuşan çocukların ağızlarını bantladıklarını ve bunun ne kadar yanlış olduğunu böylece anlattıklarını” söyler. Medeniyetin beşiği diye nitelenen Batı Avrupa’da böyle bir durumun olması inanılmaz bir olaydır. Söz konusu çalışma bilimsel bir dergide yayımlandığı için doğruluğu konusunda şüpheye düşmüyoruz ancak yaşanan durumu aklın alması mümkün görünmüyor. Belçika’da “ağız bantlayan” zihniyet ile Alman, Danimarka, Hollanda sınıflarında, okul bahçelerinde ve kantinlerde Türkçe konuşmasına izin vermeyen zihniyet aynıdır.
    Hollanda’da patlayan Türkçe yasağı meselesini ideolojik saplantılarla “hoş göstermeye çalışmak” ahlaki değildir. Hollanda’da yaşanan durum bir tek okulla sınırlı değildir. Birçok devlet ve vakıf okulun- da bu tür yasaklar söz konusudur. Bu yasağı her ne gerekçe ile olursa olsun savunmak başka şeydir, bu yasakların Hollanda eğitim kurumlarının tamamını bağladığını savunmak başka şeydir. Eğer birileri Türkçe yasağını savunursa bunu savunanların kimlerin hizmetinde olduğu da açığa çıkmış olur. En önemlisi aklın ve bilimin hizmetinde olmadıkları kesinleşir. Şark kurnazlığı ile bir taraftan Türkçeden ve Türklerden “ekmek yiyip”, diğer taraftan okulunda Türkçe yasa-ğını savunursan bunun açıklaması olmaz. Ancak “Hollanda eğitim sistemi bunu dayatıyor, başka yolumuz yok” dersen, herkes Hollanda’nın ilkel politikasını suçlar ve mesele gerçek tartışma zeminine çekilir. Kıt akılların savunma stratejisi ile Türkçe yasağını savunmak ve savundurmak mümkün değildir.
    Hollanda’da ortaya çıkan durumla ilgili olarak en çarpıcı durum “dil yasaklarının” meşru gösterilmesi olmuştur. Siyasi ve ideolojik menfaatlerinin tehlikeye girdiğini görenler umarsız bir şekilde söz konusu okulun diğer Türk öğrencilerine dil yasaklarını savundurmuşlardır. Bu duruma tele-vizyon ekranlarından kendi gözlerimle tanık olmasam bir tek söz bile etmezdim ancak kendi kulaklarımla “tabii ki okulda Hollandaca dışında dil konuşmak yasak olacak” diyen Türk çocuklarını duymak hiç hoş değildi. Bu ciddi bir hatadır. Okul yönetiminin öğrencilere okul kurallarını anlatması doğaldır ancak “dil yasaklarını savunması” kesinlikle kabul edilemez. Dilin kimlik boyutu gözetilince Türkçeyi inkar etmek çocukların Türk kimliğini inkar etmekle eş anlamlıdır.
    Hollanda’da ortaya çıkan bu durum bir fırsat olarak kullanılmalı ve dil yasaklarının dünyanın neresinde olursa olsun kabul edilemeyeceğini bir kez daha yüksek sesle söylemek için vesile olmalıdır. Hollanda’daki durum bir tek okulla sınırlı değildir. İlkel dürtülerle bu duruma yol açan Hollanda okul sistemiyle birlikte yasakçı zihniyet ciddi şekilde sorgulanmalı ve çokdilliliğin faydaları herkese anlatılmalıdır. En önemlisi de politik menfaat için Türkçe ve Türk kimliği satışa sunulmamalıdır.