İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 30 / Ocak-Şubat 2014

Uyumda
Simgeler ve Gerçekler


Nihat ERCAN





    Toplumsal gelişmede sorunlara gerekli çözümlerin getirilmesi uzadığında, bunlar sert ve acı gerçekler olarak taşınamaz duruma geleceğinden; hoş simgelerden umut beklentisi artarak gerçekleri bir süre gölgeler. Almanya uyum sürecinde, umudun yorulduğu döneme girildiğinden beri bu durum yaşandığından, gerçeklerden çıkarak politikalar geliştirme yerine; istenilen türden entegrasyon modellerinin “hem asimile, hem de dışlama” dayatmasına renkli paketler, simgeler geliştiren toplum mühendisliğine yönelinmiştir. Çoğulcu katılımcı çözüm modelleri genellikle gündeme getirilmemiştir.
    Almanya’da yaklaşık yarım yüz yıldan beri inişli çıkışlı bir yol izleyen Türkçe öğretim/öğreniminde süreç nitel bir gelişme aşamasına dönüşüyor. Bilindiği üzere genelde Türk toplumunun ve özelde eğitimcilerimizin çabaları, okullarda örgün eğitim içinde Türkçe derslerinin verilebilmesi için yeterli sayıda Türk öğretmenin görevlendirilmesini sağlamaya yönelmişti. Öğretmen yetersizliğinin giderilmesi konusunda iki olanak vardı; ya bu öğretmenler Türkiye’de öğrenimlerini görmüş, Türkçede yetkin kişiler olacaklar, ya da Almanya’da iki dilli yetişecek olan uyum sorunu olmayan genç Türklerden oluşacaklardı. Her iki görüşün de olumlu olumsuz yönleri bulunmakla birlikte, Alman eğitim yetkilileri ve Almanya’daki birçok Türk kurum ve kişiler ikinci şıkta karar kıldılar. Türk kökenli gençlerin hem iki dilli ve hem de eşit koşullarda çalışmaları, evrensel eğitim ilkeleri bakımından da yerinde ve hatta istenilen bir gelişmeydi. Türkler yalnızca Türkleri ilgilendiren alanlarda çalışabilirler önyargısı ve politikasından da böylece vazgeçiliyordu.
    Türkiye’den gelen öğretmenlerin yeterlikleri tanınmadığından, özlük haklarını almak, eşit işe eşit ödeme yapılması uğraşılarını verdiler, daha da veriyorlar, sınırlı bir başarıya ulaştılar, bu alanda yapılacaklar hala var. İkinci sınıf öğretmenler olarak görülmekten kurtulmak için verdikleri uğraşları karşında gördükleri tepkiler traji/komiktir. Onlar Alman meslektaşlarından daha fazla ve daha karmaşık işlerde çalıştırılmışlar; öğretim alanı dışındaki işlerle de boğuşmak zorunda bırakılmışlar, Donkişot gibi yel değirmenlerine karşı savaşmışlardır. Onların bu zorlu ve saygın uğraşları emekli olduklarında bile hakça karşılık bulamamaktadır.
    Özlük hakları Türkiye’ye bağlı olarak gelen öğretmenler ise daha da zor koşullarda, çalışmakta, öğretmenler odasını paylaşamamaktalar, genellikle öğleden sonraları toplayabildikleri öğrencilerle ders yapmaktadırlar. Onların okullara uyumundan değil dışlanmışlıklarından söz edebiliriz burada. Türkçeyi ölmekten kurtaracak "hasta serumu" gibi, öğretecek öğretmenler onlar olacak gibi görünüyor. Bu yolun da değişik nedenlerle kapatılması gündeme gelirse durum çok daha kötüye gidebilir.
    Almanya’da yarım yüz yıldır bir türlü bilimsel temellerde; yeterli düzeyde; kapsamlı, sistemli ve sonuç alıcı yöntemler kullanarak, parasal ve insan kaynağı sağlanarak seçenekli süreklilik gösteren bir çözüme ulaştırılmayan anadili Türkçe öğretimi baştan savma, iğreti yamalı bohça bile denemeyecek uygulamalarla oyalanmıştır. Gerçek bu iken, Türk gençlerinin iki-üç dilli öğretmenler olarak yetiştirilecek olması önemli atılım olarak değerlendirilmiş, büyük umutlar bağlanmıştı. Bazı üniversitelerde Türkoloji bölümleri zorlanarak, yaşayan Türkiye Türkçesi öğretmeleri vermeler öngörülmüş, öğretmenlik eğitimi alan öğrenciler, ikinci bölüm, ya da yan bölüm olarak Türkçe bölümünü seçerek, Türkçe dersleri verebilecek donanıma kavuşmaları sağlanmaya başlanmıştır. Bu uygulama Türk ana-babalar, dernekler, kuruluşlarca çok olumlu bulunmuş, bir taşla iki kuş vurma gibi değerlendirilmiştir. Hem üniversite bitiren gençler Türkçe derslerini de verebilecekleri yeterlilikle donanarak atanmış olacaklar, ve hem de sorunsuz eşit koşullarda okullardaki Türk öğrencilerine anadillerini öğretebileceklerdi. Bunun kimi güzel örnekleri de görülmüştür. Ancak bu uygulama açmadan solan çiçekler gibi çabucak yozlaştırılarak yok olma sürecine girmiştir. Böyle yetişen ve okullarda görev alan öğretmenler „Türkçe dersi dışında her dersi veriyorum“ demekteler. Gerekçeler ise, çok yönlü bilindik türden: Öğrenci yokluğu, Türkçeyi seçmeme, ana-babaların bilinçsizliği, ya da bilinçli (!) olarak karar vermeleri, okul yöneticilerinin gereksiz bulmaları, eğitim üst kurumlarının umursamazlıkları, politikacıların yasal düzenlemelerde işi sulandırmaları ve de en önemlisi, Türkçe anadilinin okullardan tümden uzaklaştırma uzun ince ayarı! Kara mizah gelişmeyle okullarda Türk öğretmen entegre olurken, Türkçe dışlanmaya başlamıştır. Türkçeyi yok etme görevi dolaylı olarak sonunda Türk öğretmenlere mi yüklenmektedir? Türkçe bilmeyen Türk kökenli “müslüman Alman yurttaşları“ yetiştirme stratejisinin önemli bir başarısı sayılabilir bu gelişme.
    Die Gaste’nin geçen sayısında “Demokrasiden Umut Kesmemek” başlıklı yazının son bölümünde, Türk toplumunun diğer istemleri yanında “Çifte Vatandaşlık hakkı veriliyor (…) anadili öğrenimi yeterli oranda sağlanıyor” gibi düşsel umutlar sıralanmıştı. Büyük Koalisyon hükümeti “Option Modeli” denen Demoklesin Kılıcını gençlerin başından kaldırma konusunda uzlaşmıştır. Bu olumlu bir adım olmakla birlikte, Çifte Vatandaşlık konusunda ve diğer istemlerde olumsuz tutumunu sürdürmektedir. Örneğin Anadili konusunda hiçbir olumlu girişim bulunmamaktadır. Entegrasyonun en temel öğesi olan kültürel kimliğin korunması ve geliştirilmesi temelinde isteyen Göçmen/Türk çocuklarının anadillerini öğrenebilecekleri eğitsel, yasal, yönetsel olanakların sağlanması konusunda hangi çalışmaların yapılacağının gündeme taşınması ve tartışılması yeni atanan Türk kökenli bir devlet bakanının amaçları arasında olması beklenir.
    Türk kökenli politikacıların, bürokratların simgesel göçmenlik alanları dışında da başarılı olabileceğinin örnekleri bulunmaktadır. Özellikle göçmenlik alanında başarılı olunması istenirse, bir çeşit sınırlamalarla yapılagelen dışlamacılık uygulamalarından uzak durularak, kanunun gerektirdiği genişlik ve derinlikte koşulların sağlanması, uygulayıcıların önünün açılması zorunluluğu vardır.
    Burada Sayın Bakan’ın, Türk toplumuna bir jest, göçmenlere bir simge olarak atanmasını ve kişisel kariyerinde ulaştığı konumu bakımından kutluyor ve başarılı olmasını diliyoruz. Sayın Bakan mutlaka olumlu çabalar gösterecek, iyi çalışmalar yapmayı deneyecektir. Kimi noktalarda başarılı da olacaktır. Ancak Almanya’nın yarım yüz yıldır çözemediği, ya da çözmekte yetersiz, isteksiz kaldığı devasa bir sorunun Türk kökenli bir bakanla çözmek istemesi, sorumluluğun onun üzerine yıkarak, yetkisi ve olanakları sınırlı bu bakanlıkla bizleri karşı karşıya bırakmaması dileğimizdir. Hükümetin bu konuya temelli bir çözüm getirme istenci varsa sorun yok, ama geçmişteki gibi yaklaşırsa sonucun ne olabileceğini yaşayarak göreceğiz. Bu nedenlerle hükümete yönelik olası eleştirilerin önünü alma gibi girişimlerin, taktiksel beklentilerin işe yaramayacağının çok örneği vardır yaşanan ülke tarihinde.
    Türk Kökenli Bakan, hükümetle göçmenler arasında iyi bir iletişim geliştirerek, göçmen kuruluşlarını, sözcülerini eşit koşullarda demokratik katılımcı çözüm sürecinin içine alarak işe başlarsa, simgesellikten ve işlevsizlikten kurtularak başarılı olabilir. Göçmen ve Türk toplumunun kuruluşları bu alanda yeterli birikime, gerekli deneyime sahip olarak tüm gücüyle destek olmaya hazırdır, yeter ki bu onlardan esirgenmesin, onlar dışlanmasın. Simgeler gerçekleri gölgelemesin, içini çoğulcu katılımcı çözümlerle doldurarak demokrasi umudunu yeşertsin.