İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 31 / Mart-Nisan 2014

Gitmek mi Zor,
(Kalmak mı) Dönmek mi?
II


Levent ERÇİN





    TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda, Temmuz 1992-Aralık 1993 tarihleri arasında, yapımcılığını üstlendiğim, Gençliğin Sesi adını taşıyan programı hazırlarken, Türkiye’ye kesin dönüş yapmış, o yıllarda üniversitede okuyan yaklaşık 200 genç ile görüşmüştüm. Amacım, Türkiye’ye kesin dönüş yapan ailelerin çocuklarının, dönmeden önce ve Türkiye’ye döndükten sonraki şartlarını ortaya koyabilmekti. Gençlerin, dönmeden önce Türkiye ve Türk kültürü ile olan ilişkilerini, bir önceki bölümde anlatmıştım.
    Bu bölümde, görüştüğüm gençlerin anlatımlarından yola çıkarak, Türkiye’ye kesin dönüş sonrası yaşanan güçlükleri değerlendirmeye çalışacağım.
    1992-1993 yıllarında üniversitede olan ikinci kuşak gençlerin büyük bir bölümü, ilkokul çağlarında Türkiye’ye dönmüştü; bu tarih de 80’li yılların ortalarına rastlıyor. Bu noktada, gurbetçilerin çoğunluğunun yaşadığı Almanya’da, 80’li yılların ortalarında gerçekleşen bir olguyu hatırlamamız/hatırlatmamız gerekiyor.
    1983 yılının Haziran ayında, Alman Hükümeti tarafından bir kanun teklifi gündeme getirildi. Söz konusu teklif, Yugoslavya, Kore, Fas, Portekiz, İspanya, Tunus ve Türkiye’den gelen işçilerin, aileleri ile birlikte, ülkelerine dönmelerini özendirecek bazı tedbirler içeriyordu. Kanun teklifinin hazırlandığı dönemde Almanya’da, 120 bini Türk olmak üzere, yaklaşık 300 bin yabancı ‘işsiz’di. Teklif hazırlanmadan önce ayrıntılı bir hesap yapılmış, yabancı işsizlerin kısa sürede ‘geriye gönderilmeleri’ halinde, Alman ekonomisinin, orta vadede rahatlayacağı öngörülmüştü. Dönemin Federal Almanya Çalışma ve Sosyal Düzen Bakanı Norbert Blum, bu ‘kâr/zarar’ hesabını şu sözlerle ifade ediyordu: “…Prim verir gönderirsek 220 milyona malolacak. Burada kalırlarsa maliyetleri 320 milyondur. Emeklilik sigortası, işçi kesintilerini öderse 680 milyon, yok burada kalıp emekli olurlarsa 2,5 milyar lira verecek...
    Bu insani(!?) yaklaşım, dönemin Alman Parlamentosunda genel kabul gördü ve yabancı işçilerin geriye dönüşünü özendiren tedbirler içeren; sonrasında ‘Blum Kanunu’ olarak anılan kanun kabul edildi.
    1984 yılında Avrupa’dan Türkiye’ye yaklaşık 250.000 kişi kesin dönüş yapmıştı. 213.469 kişi ‘Blum Kanunu’ sonrası Almanya’dan dönenlerdi.
    Bu açıklamaya/hatırlatmaya ihtiyaç duyduk çünkü ‘Uyum Kursları’ndan söz etmek istiyoruz.
    Bir yılda 250 bin kişilik bir ‘tersine göç’ ile karşılaşan Türkiye, dönemin şartlarında olabildiğince hızlı tedbirler almaya çalışmıştı. Öncelikle eğitim çağındaki çocuk ve gençlerin, Türkiye’deki eğitim sistemine yerleştirilmeleri ve o sisteme uyum sağlamaları gerekiyordu. Bu amaçla, yaz döneminde, geriye dönen çocuk ve gençler için ‘Uyum Kursları’ düzenlendi. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen bu kurslarda, gençlere, ‘hızlandırılmış Türkiye ve Türk Kültürü’ eğitimi verildi.
    ‘Gençliğin Sesi’ programı kapsamında görüştüğümüz gençlerin büyük bir bölümü bu kurslardan yararlanmışlardı(!); ancak ne yazık ki olumlu bir tek unsur hatırlamıyorlardı. Anlattıklarını şu kelimelerle özetlemek mümkün: Aşağılanma, azarlanma, baskı…
    Dilini zor konuştuğunuz, kültürünü, adetlerini, günlük yaşam alışkanlıklarını bilmediğiniz, kolunuzdan tutularak götürüldüğünüz bir ülkede, ilk günlerinizde, birisi karşınıza geçip, elinize tutuşturduğu kâğıtta yazılı olan ‘Milli Marş’ın on kıtasını ezberlemenizi isterse, siz ne hissederdiniz?
    Mikrofona ‘uyum kursu anıları’nı anlatan gençler, o dönemdeki duygularını/isteklerini iki kelimeyle ifade etmişlerdi: Geri dönmek...
    Uyum kurslarını yaşamış gençler, o günlere ilişkin kendilerini sevindiren olumlu bir izlenimlerini de aktarmışlardı: Yalnız olmadıklarını görmek.
    Kendileri gibi Türkçeyi düzgün konuşamayan, kıyafetleri, davranışları yadırganan, ürkek, şaşkın yaşıtlarını görmüş ve sevinmişlerdi: Tek suçlu/kusurlu(!) kendileri değildi.
    Son olarak, iyi niyetli düzenlenmiş uyum kurslarının, katılan çocuk ve gençlerin büyük bir bölümü için, Türkiye’deki ilk travma olarak hatırlandığını söyleyerek bu konuyu kapatalım.
    Aileleri İstanbul ve Ankara’ya yerleşmeye karar veren çocuklar şanslıydı. Çünkü bu iki kentte, Almanca öğretim veren Anadolu Liseleri vardı ve geri dönen ikinci kuşakların bu okullara yerleştirilerek daha çabuk, kolay uyum sağlamaları hedeflenmişti. İlk dönemde iki ilde 5 adet olan Anadolu Liseleri, sonraları başka illerde de açıldı ve farklı kentlere yerleşen ikinci kuşak gençler için uygun bir seçenek olarak sunuldu.
    1992-1993 yıllarında, Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda yayınlanan ‘Gençliğin Sesi’ programı kapsamında görüştüğümüz gençlerin, yaşadıklarına ilişkin anlatımlarındaki ortak noktaları belirlemeye çalıştığımızı ilk bölümde söylemiştik. Türkiye’ye dönmeden önceki dönemlerindeki benzerlikleri anlatmıştık.
    Türkiye’deki ilk dönemlerine ilişkin anıları da ortaktı. Görüştüğümüz gençlerin hemen hemen hepsi, Türkiye’de okula başladıkları günü unutamadıklarını söylemişlerdi. Elleri ayakları titreyerek götürüldükleri okulda, ya kıyafetleri nedeniyle, ya öğretmene ismiyle hitap ettikleri için, ya dertlerini kırık bir Türkçeyle anlatmaya çalıştıklarından ya da kurallara uygun olmayan saç kesimleri nedeniyle, aşağılanmış, azarlanmış, dalga geçilmiş ve hatta tokatlanmışlardı. Ortak duygu ve istekleri yine aynıydı: Hemen, en kısa zamanda, mutlaka ‘geri dönmek’.
    Bizimle görüştükleri sırada, biriktirdikleri anıları, öfkeyi, hayal kırıklıklarını, birbirlerinden cesaret alarak ve birbirlerini tamamlayarak, coşkuyla anlatıyorlardı. Hep öyle olmadıklarını daha sonra anladık. Çalışma alanlarımızdan birisi olan Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi, Yabancı Diller Eğitimi Bölümünde, o dönemdeki bölüm Başkanının kahve içme davetini kabul edip gözlemlerini sorduk. Deneyimli akademisyen, çocukların şen şakrak, konuşkan hallerinin yanıltıcı olduğunu, bu durumun, bölümün koridorları için geçerli olduğunu söyledi. Ortak kaygıları, sıkıntıları, öfkeleri olan ve daha da önemlisi kendilerini rahatça ifade edebildikleri ortak dilleri olan gençler, dış dünyadan göreceli olarak ‘uzak’, ‘yalıtılmış’ bir ortamda bir araya geldiklerinde, kendilerini daha rahat ifade ediyor, gülüyor, şakalaşıyor ya da yüksek sesle konuşabiliyorlardı. Okulun bahçesine, diğer bölümlerden öğrencilerle bir araya geldikleri ortamlarda ise kabuklarına çekilmiş, gerekmedikçe konuşmayan, Türkçe konuşması gerektiğinde ise olabildiğince az kelimeyle kendisini ifade etmeye çalışan, ürkek ve kendine güveni olmayan kişiler haline dönüşüyorlardı.
    Görüştüğüm gençlerden, görüşme sonunda, kendilerini değerlendirmelerini/ tanımlamalarını istemiştim. Amacım, ‘arada kalmışlık’ sürecinin devam edip etmediğini ortaya koyabilmekti.
    Gençlerin büyük bir bölümünün, heyecanla ve net ifadelerle anlattıklarını şöyle özetlemek mümkün: Türkiye’ye uyum sağlamış; geç tanımış/öğrenmiş -öğrenmeye devam ediyor- olmakla birlikte, Türk kültürünü içselleştirmişlerdi. Zaman zaman çevreyle ilişki kurmakta güçlük çekseler, olanı biteni bir Alman (Fransız, Hollandalı vb.) gibi değerlendirseler de, Türkiye’de olmaktan mutluydular. Türkiye’ye gelmiş/getirilmiş olmaktan pişman değillerdi. Ara sıra çocukluklarının geçtiği yerleri özleseler de kesinlikle geriye dönmek istemiyorlardı. ‘Arada kalma’ duygusunu aşmış ve –Türkiye’de yetişen gençlerden biraz farklı olsalar da– kendilerini kesinlikle ‘Türk’ olarak tanımlıyorlardı.
    Kendilerini net ifade eden gençlerle daha uzun konuştuğumda, öğretmenleri, kuzenleri, arkadaşları ve sorunu fark eden anne/babaları konusunda şanslı olduklarını gördüm. Yardım ve destek almışlardı.
    Kimliği, geri dönme isteği, Türkçe ve Türkiye ile ilişkisi konusunda net sözler söyleyemeyen gençler ise genellikle yalnız kalmış/bırakılmış, yaşamına el yordamıyla yön vermeye çalışıyordu.
    Gençliğin Sesi programını hazırladığım, gençlerle görüştüğüm yıllarda Türkiye’de kişisel bilgisayar ve internet kullanımı yaygın değildi. Olabildiğince akademik kaynak bulmaya çaba gösterdim, ancak hayal kırıklığına uğradım. Günümüzde, her konuda akademik çalışmalara, internet üzerinden ulaşabilmek mümkün. Ancak bu satırların yazıldığı günlerde bile geriye dönenlerle ilgili yeterince araştırma yok ne yazık ki. Az sayıdaki araştırmalara ilişkin makalelerde de bu gerçek vurgulanarak söze başlanıyor.
    Ben, 1992-1993 yıllarında, –eğitimlerini devam ettirebildikleri için– göreceli olarak şanslı kabul edilebilecek gençlerin bir bölümü ile görüşmüştüm. O gün de sonraki dönemlerde ve bugün, eğitimini sürdürme şansı bulamamış, belki erken yaşta evlenmiş/evlenmek zorunda kalmış, yaşadığı olumsuzluklar nedeniyle ruhsal hasar görmüş, yaralı birçok genç/(sonrasında) yetişkin insan olduğundan eminim.
    Bugün hâlâ Türkiye’de yurtdışı göçten geriye dönenlerle ilgili yerleşmiş, kurumsallaşmış bir yardım/destek organizasyonu yok. Geriye dönenler, 30 yıl öncesinde olduğu gibi, yaşamları konusunda sağlam planlar, düzenlemeler, yatırımlar yapmadan, coşkuyla geri dönüyor. Birçoğu, özellikle ilk dönemde karşılaştıkları güçlükler nedeniyle çocuklarıyla yeterince ilgilenemiyor. Geldikleri ülkelerde çok yaygın olan sosyal danışmanlık hizmeti Türkiye’de ne yazık ki yeterli değil. Çocuklar ve gençler, kendilerine vakit ayırıp onlarla ilgilenebilecek öğretmenlerle karşılaşabilirlerse, kendilerini küçümseyip aşağılamadan ilişki kuran arkadaşlar bulabilirlerse sorunlarını daha kolay aşabiliyorlar.
    Türkiye’de yaşayan ikinci-üçüncü kuşak sayısını bilmiyorum. Onlar aramızda yaşamlarını sürdürüyor. Zaman zaman Almanca bir kelimeyi bir Almandan daha güzel telaffuz ettiklerinde, farkında olmadan ‘Ah zo!’ diye tepki gösterdiklerinde, belki daha önce hiç duymadıkları Türkçe bir kelimeyi yanlış telaffuz ettiklerinde, onların, yurtdışından gelmiş/getirilmiş biraz farklı, çok kırılgan, yetenekli, iki dilli, (gizlemeye çalışsalar da) iki kültürlü gençler olduğunu anlayabiliyoruz.
    Birçoğunu yakından tanımış, halen çevresinde bu türden gençler bulunan birisi olarak, ikinci ve üçüncü kuşakların, hem Türkiye’de, hem de bulundukları ülkelerde, Türkiye ve Türk halkı için tanımlanması güç bir zenginlik olduğunu biliyorum. Sahip olup da kıymetini bilmediğimiz birçok kaynak gibi, bu zenginlik de değerlendirileceği zamanı bekliyor.
    Sonsöz: Bir kültürün yazılı ve sözlü kaynaklarına ulaşmanın ilk ve en temel yolu ‘dil’dir.