İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 37 / Mayıs-Temmuz 2015

Türkiye'deki
(De)sekülerleşme Tartışmasına
Farklı bir Bakış


Tufan ACİL





    Son yıllarda Türkiye'de yaşanan siyasi kutuplaşmanın ve beraberindeki toplumsal düşmanlığın kökeninde ikici (dualist) bir düşünce biçiminin yattığını kabul edebiliriz. Burada ikici olanla bir toplumdaki bireylerin ve siyasi aktörlerin keskin bir 'ben' ve 'öteki' ayrımıyla hareket etmesi ve her türlü söylemin çözülmez bir karşıtlığa dayanması kastedilmektedir. İkici mantık dünyayı ya siyah ya beyaz, ya benden ya da ondan (veya muhalif/yandaş) gibi zıtlıklarla kavrar ve üçüncü veya dördüncü bir seçeneğin olanağını tamamen dışlar. Bu karşıtlık son yıllarda Türkiye'deki sosyal, kültürel, sanatsal ve hatta hukuki ve bilimsel alana öylesine derin nüfuz etmiştir ki, bireyler her türlü eylemlerinde kendilerini siyasi kartlarını açık oynamaya mecbur hissetmektedirler.
    Her bir fikrin, her bir davranışın birbiriyle karşı karşıya getirildiği, her bir sözün siyasi bir kutba indirgendiği böyle bir ortamda özellikle sosyal ve beşeri bilimlerde araştırma yapmanın ne kadar zor olduğu yadsınamaz. Sosyolog Volkan Ertit'in Mart 2015'te Orient yayınevinden çıkan, görsel ve yazılı basında çok tartışılan “Endişeli Muhafazakârlar Çağı–Dinden Uzaklaşan Türkiye” isimli çalışmasını bu siyasi karşıtlığa alternatif bir bakış açısıyla yorumlamamız mümkün. Nasıl ki 'entegrasyon sorunu' Almanya'nın yıllardır değişmeyen gündem maddesi ise, Türkiye'de de AK Parti iktidarından –ve hatta öncesinden– beri laik devlet anlayışının yitirilmesi ve toplumun muhafazakarlaşması vazgeçilmez bir tartışma konusu olarak göze çarpmaktadır. Ertit kitabında genel kanının aksine, Türkiye'nin son yıllarda –her türlü kutuplaşmaya rağmen– 'dehşet verici' bir sekülerleşme sürecinden geçmekte olduğunu iddia ediyor. Yazarın tezini doğru anlayabilmek için öncelikle kitabın kuramsal çerçevesine kısaca değinmek faydalı olacaktır. Ertit'e göre Türkiye'de son yıllarda yapılan sekülerleşme tartışmaları temelde sekülerizm ile laiklik arasında, akademisyenlerin bile çoğu zaman göz ardı ettiği bir çeşit kavram kargaşasından kaynaklanmaktadır. Yazar kitabında sekülerleşmeyi, din ve devlet işlerinin tamamen birbirinden ayrıldığı bir yönetim biçimi olan laiklikten farklı olarak, bir toplumsal süreç olarak, yani dinin ve diğer dinimsi yapıların bir toplumda etkisinin veya prestijinin azalma süreci şeklinde tanımlıyor. Başka bir deyişle, laiklik sosyolojiyi aşan ve daha çok siyaset bilimiyle ilgili bir kavramken, sekülerleşme toplumsal değişimleri referans aldığı için doğrudan sosyolojinin alanına girer (bkz. s. 139). Bu anlamda Ertit'e göre bir ülkenin laik bir yönetim biçimine sahip olmasıyla o ülkedeki insanların seküler bir yaşam biçimi sürmeleri arasında ille de doğru orantılı bir ilişki olması gerekmemektedir. Basit bir örnek vermek gerekirse, Almanya özellikle eğitim ve sosyal hizmetler alanında Türkiye'ye oranla laik bir devlet anlayışından uzak olmasına rağmen1, çok daha seküler bir toplumu (veya toplulukları) barındıran bir ülke konumundadır. Bununla birlikte kitapta laik bir yönetim biçiminin bir toplumu sekülerleştirme zorunluluğu olmadığı ve hatta tam tersi bir durumun, yani muhafazakâr bir hükümetin (örneğin AK Parti'nin) toplumundaki sekülerleşme potansiyelinin kolay kolay önüne geçemeyeceği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla yazara göre Türkiye'de asıl endişelenmesi gerekenlerin kendisini zaten seküler olarak tanımlayan grup değil, tam aksine dinden ve kutsal değerlerden her geçen gün uzaklaşan muhafazakârlardır.
    Yazar, sekülerleşmeyi Türkiye ekseninde tartışmadan önce kitabın ilk bölümünde en genel anlamında bir toplumdaki sekülerleşme sürecini meydana getiren veya hızlandıran dinamikleri üç ana başlıkla incelemektedir: Bilimsel gelişmeler, endüstriyel kapitalizm ve kentleşme (s. 22). Alt başlıklara ayrılarak tek tek tartışılan bu bölümde, kentleşmenin ve kapitalizmin hızla arttığı ve teknolojinin bir şekilde günlük yaşam pratiğinin parçası haline geldiği bir toplumda dini inancın ve diğer dini yapıların etkisinin zorunlu bir şekilde azalması gerektiğini kuramsal bir çerçevede tartışılıyor. Ertit daha sonra bu dinamiklerin Türkiye'de ne aşamada olduğunu anlamak amacıyla Türkiye'nin demografik yapısını farklı istatistiklerle inceliyor (s. 45f.). Bu şekilde kitapta kentleşme, nüfus, sanayileşme, eğitim, evlilik, sağlık vb alanlarında yaşanan son yıllardaki çarpıcı dönüşüm gözler önüne seriliyor. Türkiye'nin demografik dönüşümü (okur-yazarlık oranı, nüfus dağılımı, tıbbi tedavinin yaygınlaşması vb) yazara göre sekülerleşme için gerekli olan zemini çoktan –ve hatta AK Parti iktidarından bile önce– hazırlanmış durumda. Fakat bu dönüşüm sekülerleşme paradigması için her ne kadar gerekli olsa da, yine de yeterli koşulu teşkil etmemektedir. Bu yüzden Ertit kitabın diğer bölümlerinde Türkiye'deki gündelik yaşam ve yaşamsal pratiğin kendisini enine boyuna tartışıyor. Yazar burada dinin devlet mekanizması içerisindeki değil, daha çok toplumsal pratikteki işlevini, bireylerin yaşamına geçmişe oranla ne derecede etki ettiğini anlamaya çalışıyor. Türkiye'nin sekülerleşip sekülerleşmediği sorusunu cevaplandığı ana bölümde medya dili, (eş)cinsellik, moda, evlilik gibi on bir farklı olgunun toplumda şu an nasıl yaşanmakta olduğu irdeleniyor (s. 59f.). Yazara göre bu alanlardaki değişimler, örneğin farklı dini grupların birbirleriyle evlenme oranındaki artış, eşcinsellerin kendilerini –geçmişle kıyaslandığında– biraz daha fazla ifade edebilmesi, kadınların iş dünyasındaki görünürlüğünün artması, büyük kentlere göç edenlerin farklı inanç gruplarıyla aynı ortamda yaşamak zorunda kalması vb. ister istemez önceden baskın olan dine dayalı yaşam pratiğinin prestijinin azalmasına, her gün yeniden sorgulanmasına yol açmaktadır. Bununla birlikte yazar sekülerleşmenin tamamlanıp biten bir süreç olmadığının, bahsedilen dinamikler olduğu sürece devam edeceğini ve hatta mutlak bir sekülerlikten ve herkesin birden seküler olduğu bir toplumdan bahsedemeyeceğimizi açıkça ifade ediyor. Bir toplumun sekülerleşip sekülerleşmediği yazara göre sadece belli bir tarihsel referans noktası seçildiği zaman anlamlı bir şekilde tartışılabilir. Bu açıdan sekülerleşme kuramı geleceğe yönelik bir tahminden çok geçmiş ile şimdi arasındaki gerçekliğe odaklanmaktadır. Yazar için bu gerçeklik Türkiye'de toplumun günden güne ve oldukça hızlı bir şekilde sekülerleştiği olgusuna tekabül etmektedir.
    Elbette Ertit'in ortaya attığı tezin ne muhafazakâr kesimi ne de seküler kesimi tam olarak tatmin etmesi beklenebilir. Çünkü bir taraftan muhafazakâr değerlerle yaşamak isteyen grup yazarın sosyolojik verileri karşısında artık ister istemez kendini ve bu değerlerin korunması için seçtiği hükümeti sorgulamak zorunda kalıyor. Diğer taraftan bir önceki döneme göre zaten seküler bir yaşam tarzına sahip olan kesim tam da karşı çıktığı muhafazakar bir hükümet döneminde daha da sekülerleştiğinin farkına varıyor. Sonuçta zorunlu bir sekülerleşme sürecinden geçen her iki grup kendi çelişkileriyle başbaşa bırakılıyor. Yine de bu noktada yazara bazı eleştirilerde bulunmamız kaçınılmazdır. Yazar muhafazakârların sekülerleşmesi ile kendini zaten seküler olarak tanımlayan grubun daha da sekülerleşmesini aynı dinamiklere dayandırarak açıklıyor. Fakat iki grup da bu dinamiklerle belli bir sekülerleşme sürecinden geçiyorsa, zamanla bu gruplar arasında geçirgenliğin veya homojenleşmenin meydana gelmesi gerekli değil midir? Yani sekülerleşen muhafazakârın yavaş yavaş kendini seküler olarak tanımlaması ve seküler grupla biraz daha fazla kaynaşması gerekmiyor mu? Halbuki kitap her ne kadar toplumsal farklılıklara değinse de, en seküler muhafazakâr (örneğin Âlâ dergisindeki başı örtülü bir modeli) ile sıradan bir modern (örneğin Kadıköy’de bir barda tek başına bira içen bir kadınla) arasındaki uçurumu yer yer görmezden gelerek onları aynı parametre ile değerlendirmeye devam ediyor. Ayrıca bu yazının başında da kısaca bahsedildiği gibi Türkiye'de modern ve seküler gruplar arasında her geçen gün daha da koyu hatlarla çizilen bir sosyal kutuplaşma söz konusu iken, sekülerleşme paradigmasını böyle bir karşıtlıktan bağımsız bir şekilde incelemek sorunlu olabilir. Çünkü Türkiye'nin toplamda sekülerleştiğini iddia etmek için bu iki grubun her şeyden önce toplanabilir gruplar olduğunu varsaymamız gereklidir.
    Yazar, kitabın sonunda, okuru kitabın yazarı olmaya davet ediyor. Biz de iki tane yapıcı eleştiriyle bu yazıyı sonlandırabiliriz. Sekülerleşme dinin ve dinîmsi yapıların toplumdan uzaklaşması olarak tanımlanırken, toplumun sürekli yeni ve gizli kutsal yapıları yaratma olanağı, örneğin kariyerin, cinselliğin, güzel vücut yapısının, maddiyatın, doktor tavsiyesinin, bilime verilen aşırı değerin,2 bir pop veya futbol starının ve hatta bir siyasi figürün kendisinin kutsallaştırıldığından bahsetmiyor. (Yazar, M. K. Atatürk'ün geçmişteki kutsallığının azalmasına değinirken, R. T. Erdoğan'nın şu an Türkiye'de birçok insan tarafından kutsallaştırıldığını örneklemiyor.) Son olarak, Türkiye'de son yıllarda yaşanan çok önemli bir toplumsal harekete, Gezi eylemlerine kitapta hiç değinilmemiş. Halbuki bu konu –her ne kadar kitabın sınırlarını aşabilecek genellikte olsa da– iki açıdan sekülerleşme kuramının ilgi alanını girebilir. Birincisi, Gezi eylemlerini biçimsel olarak daha da sekülerleşen bir toplumun muhafazakâr bir hükümete olan tepkisi şeklinde incelemek mümkün. Özellikle Avrupa basınında bu eylemler ilk günlerde bu açıdan değerlendirildi. İkincisi, bu tepkinin içeriği, yani eylemler esnasında farklı toplumsal grupların, örneğin eşcinsellerin veya farklı sanatsal aktivitelerin (grafitilerin, sokak danslarının vb.) öne çıkarak toplumun büyük bir kesiminde kabul görmesi de sekülerleşme kuramı çerçevesinde tartışılabilir. Sonuçta Ertit'in ortaya koyduğu sekülerleşme kuramı Türkiye'de yaşanan birçok toplumsal gelişimi ve dönüşümü çok farklı açılardan eleştirip okumamızı sağlayabilir.
   
   
    1 Bkz. http://www-rohan.sdsu.edu/~akuru/ docs/Kuru_TESEV.pdf s. 33f.
    2 Bkz. P.K. Feyerabend, Özgür Bir Toplumda Bilim. Çev. A. Kardam. İstanbul. 1999.