İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 39 / Kasım-Aralık 2015

1 Kasım Seçimi ve
Türkiye’nin Geleceği


Ercan KARAKAŞ
(CHP Genel Başkan Yardımcısı)





    Türkiye tarihinde ilk kez bir yıl içerisinde beş ay arayla iki seçim yaşandı. 7 Haziran’da yapılan seçimde seçmenler 13 yıllık AKP iktidarına son vermişti. Meclis aritmetiği koalisyonu zorunlu kılıyordu. Cumhurbaşkanı teamüllere uyacağını, Davutoğlu hükümeti kuramazsa hükümeti kurma görevini ana muhalefet partisinin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na vereceğini açıklamıştı. Bu bir aldatmacaydı. CHP önce “istikşafi” görüşmelerle oyalandı, sonra da 45 günlük süre tam dolmadan Kılıçdaroğlu’na görev verilmedi. 7 Haziran’da büyük bir düş kırıklığı yaşayan Cumhurbaşkanı, asıl niyetini, yani erken seçimi –onun deyimiyle tekrar seçimi– resmileştirdi ve ilan etti. Davutoğlu ve AKP yönetiminin Cumhurbaşkanı’na rağmen farklı bir tutum içerisinde olamayacağı zaten bilinen bir şeydi.
    Muhalefet Cumhurbaşkanı’nın bu oyununu bozamadı. Oysa, AKP’nin yüzde 41 oyuna karşı yüzde 59 oya sahip üç muhalefet partisinden CHP, MHP ve HDP’den beklenen, AKP hükümetlerine karşı yürüttükleri muhalefet temelinde asgari müştereklerde bir araya gelmeleriydi. Önce meclis başkanını belirlemeleri, meclisi açık tutmaları ve ciddi biçimde AKP’siz bir hükümet seçeneğini yaratmaya çalışmalarıydı. Bırakalım bir alternatif hükümet oluşturmayı, meclis başkanını dahi seçemediler. Böylece halkta ve seçmende büyük bir düş kırıklığının ortaya çıkmasına neden oldular. Bu sonuçta, en büyük rol her şeye “hayır” diyen MHP’ye aittir.
     
    1 Kasım seçim tahmini ve sonuçları

     
    Türkiye’de genel kanı “1 Kasım seçim sonuçları, üç aşağı beş yukarı 7 Haziran sonuçları gibi olur” şeklindeydi. Kamuoyu yoklamaları da genelde bu kanıyı doğrular nitelikteydi. Başlangıçta AKP’nin oyu bir miktar daha düşer denilirken seçim tarihi yaklaştıkça yüzde 43’lerden söz edilmeye başlandı. CHP genelde yüzde 26-28 bandında gösterilirken MHP ve HDP’de bir miktar düşüş olabileceği öngörülüyordu.
    Ama sonuç farklı oldu. AKP’nin oyları yüzde 49,4’e çıkarken, CHP kendini korudu, en büyük düşüş MHP’de ve sonra HDP’de oldu. Bu durum, AKP için de kamuoyu araştırma şirketleri için de, kendilerinin de ifade ettiği gibi, sürpriz oldu. Kamuoyu araştırmacıları açıklanamayan bir “dip dalga”dan vs. bahsettiler. Doğrusu işin içinde olan herkes gibi, kampanya sürecinde iki şeyi saptayabiliyorduk. Birincisi, katılımın 7 Haziran’a göre daha yüksek olacağı; ikincisi, halkta bir sakinlik, bir sessizlik olduğu idi. Bu sessizliğin sandıkta kendisini nasıl göstereceğini tabii bilemiyorduk. Ama istediğimiz, temenni ettiğimiz şey, bu sessizliğin AKP’ye ders vermeye yönelik bir sessizlik olabileceği şeklindeydi. Ancak seçim sonucu bunun tam tersini gösterdi. AKP, 5 milyonun üzerinde yeni oyla, tek başına iktidar olacak güce ulaştı.
    13 yıldır iktidarda olan AKP’nin; demokrasi, hukuk devleti, gelir adaletsizliği, işsizlik, bağımsız yargı, ifade ve basın özgürlüğü, Kürt meselesi, AB sürecinin ilerletilmesi, barışçı dış politika, kırılgan olmayan bir ekonomi gibi konularda ilerleme sağlayamadığı ortada. Toplumu bugüne kadar olmadık şekilde kutuplaştırdığı, muhalefeti düşman olarak gördüğü de bilinen bir gerçek. Diğer yandan, Türkiye’yi giderek çağdaş ve demokratik dünyadan uzaklaştırdığı da üzerinde uzlaşılan bir tespit. Bütün uluslararası saygın kuruluşların ölçümlerine göre, Türkiye en iyi sınıflandırmayla “yarı özgür,” “melez demokrasi”, “seçimli otoriterlik” olarak tanımlanıyor.
     
    İki seçim arasında yaşananlar

     
    Yukarıda belirtilen kötü gidişin farkında olan seçmen, bu nedenle, 7 Haziran’da oylarıyla AKP’nin 13 yıllık iktidarına ve Recep Tayyip Erdoğan’ın otoriter başkanlık düşüne son vermişti. Erdoğan ve AKP bu sonucu kabul etmedi. Erken seçim kurguladı. Seçim sonrası muhalefetin bir araya gelip, hiç değilse birlikte meclis başkanını seçmeyi de başaramaması AKP’nin erken seçim stratejisinin hayata geçmesini kolaylaştırdı.
    1 Kasım seçimini hayat memat meselesi olarak gören AKP, seçim kampanyasını şiddet ve korku stratejisiyle yürüttü. Suruç katliamının ve IŞİD hücrelerinin üzerine gitmeyerek, 10 Ekim Ankara’da yaşanan korkunç katliamın yolunu açtı. “Çözüm sürecini buzdolabına kaldırdım” diyerek çatışma sürecini yeğlediğini gösterdi. PKK’nın da şiddeti tırmandırması, her gün gelen çatışma ve ölüm haberleri ve artan canlı bomba korkusu insanları can ve mal derdine düşürdü. Korku her yerde hakim olmaya başladı. 7 Haziran’da AKP hükümetine son veren seçmen, 1 Kasım’da can derdiyle başka çare göremeyip yeniden AKP’ye yöneldi. Kimi yazarların ve siyaset bilimcilerin vurguladığı gibi, AKP insanlara ölümü gösterip sıtmaya razı etti. Tabii bu yönelişte, muhalefetin 7 Haziran seçim sonuçlarının gereğini yerine getirmemesinin, AKP’nin bu durumu “muhalefetten bir şey olmaz diyerek” sürekli olarak vurgulamasının ve insanların istikrar arayışının da rolü oldu.
    Diğer yandan Recep Tayip Erdoğan’ın taktik olarak bu kez meydanlardan uzak kalmaya çalışması, CHP’nin halka sunduğu sosyal politikaların AKP tarafından neredeyse aynen seçim bildirgelerine alınması; seçim çevrelerinin özelliklerine göre listelerini 257 yeni adayla güçlendirmeleri de AKP’ye yönelişe bir yan katkı sağladı.
    Elbette, AB gözlemcilerinin de tespit ettiği gibi, bu seçimlerin de eşitlikçi ve adil olmayan bir şekilde yapıldığını, devletin tüm olanaklarının AKP tarafından kullanıldığını, HDP’nin genel merkezi dahil örgüt binaları ve seçim bürolarına 400’ün üzerinde saldırı yapıldığını da kayda geçirmek gerekir. TRT 1’de seçimden önceki bir ayda 37 AKP’li ile söyleşi yapılırken muhalefetten hiç kimseye yer verilmemiş olması durumun vahametini göstermektedir.
     
    Türkiye’nin geleceği

     
    1 Kasım seçimleri sonrasında Başbakan Davutoğlu balkon konuşmasında herkesi kucaklayacaklarını, kimseyi dışlamayacaklarını vb. söyledi; kardeşlikten bahsetti. Ama bunları söylerken yanında dikilenlerden birisi de Hürriyet Gazetesi’ne baskın yapanların başındaki kişiydi. AKP sözcüleri de ilk işin yeni anayasa olacağını söylediler. Cumhurbaşkanlığı cenahından ise başkanlık sisteminin gerçekleştirileceği yönünde açıklamalar yapıldı. Kürt meselesinin demokratik yollardan, parlamento çatısı altından müzakere ile ele alınması gereğinden hiç bahsetmeden, çözüm olarak yine askeri yöntemlere vurgu yapıldı.
    Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümü, ekonomi dahil, eksiksiz bir demokrasiye geçilmesiyle mümkündür. Hukukun üstünlüğünü ve de ifade ve basın özgüllüğünü yok sayarak, muhalif sesleri bastırmaya çalışarak, kuvvetler ayrılığını sağlayacak yerde bunları tek elde toplamaya çalışarak Türkiye’yi istikrara kavuşturmak mümkün değildir.
    Peki, yeni kurulacak olan AKP hükümeti öncekilerden farklı olarak gerçek anlamda özgürlüklerden, hukuktan, adaletten, demokrasiden yana bir tavır gösterebilecek mi? Sanmıyoruz. Keşke gösterebilse. Ama Türkiye siyasetinde “yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” diye bir söz var. AKP de bu sözü çok kullanan partilerin başta geleni.
    Kısacası muhalefet ve demokrasi güçleri mucize beklememeli. Türkiye’yi zor günler bekliyor. Umutsuzluğa düşülmemeli. Yapılacak şey belli; yanlışlardan gerekli dersleri çıkarmak ve bunlardan arınarak özgürlük, eşitlik, demokrasi ve barış mücadelesini sürdürmek. Bu değerleri savunan tüm oluşumların ve bireylerin iş ve güç birliğini sağlamak. Tabii burada da en büyük görev ana muhalefet partisi CHP’ye düşüyor. CHP demokrasi güçleri için bir çatı olabilir. CHP’nin bu görevi yerine getirebilmesi ve çekim merkezi olabilmesi için yüzünü sosyal demokrasiye çevirmesi ve de yeniden yapılanması, ideolojik-programatik ve örgütsel bakımdan kendisini köklü biçimde yenilemesi bir zorunluluktur.