İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 40 / Ocak-Mart 2016

Al(æ)manya’dan
Mizahî Manzaralar...
(I)


İmdat ULUSOY





    Almanya’da hemen hergün yaşanan güldürme sanatının araçlarından espri, fıkra, anekdot gibi mizah konusu olabilecek o kadar güzel, anlamlı, öğretici örnekler var ki, herkes bunlardan birçoğunu belki de kendileri bizzat yaşamıştır.
    Kimisi sahne eserleri olarak, kabare ve komedi sanatçıları tarafından da sunuluyor. Bu alandaki zenginlik ve yaşamın adeta baharatı denebilecek bu çeşitliliği bundan sonraki sayılarda okuyabileceksiniz. Tabii ki kaynak daha çok burada, yani evimiz olan bu toplumdaki yaşanmışlıklardan ortaya çıkan mizahi örnekler olacak. Bundan da yeterli miktarda var.
    Türkiye’de mizah oldukça zengin bir geçmişe ve renkli de bir birikime sahip. Belki de baskıcı yönetimlere başkaldırının ilk unsurlarından biridir denebilir mizah yazın türü için. Bu konuda ta N. Hoca’dan başlayıp gelen ve büyük güldürü ustası A. Nesin’den başka daha yüzlerce örnek verilebilir.
    Karadeniz’e özgü Temel fıkraları bile başlıbaşına bir mizah alanı.
    Almanya’da yaşanmış ve yaşanması mümkün olan mizahi konu ve olayları N. Hoca olsa nasıl yorumlardı? Onun gözüyle nasıl görülebilir? Bugünkü yazının çerçevesi bu olacak. Bazen Hoca kendisi burada yaşadığını kendi ağzından anlatacak. Bazen ona refakat edenler onunla yaşananları kendi gözlerinden anlatacaklar.

* * *

    Derler ki ...
    Hoca N. birgün uçan halı üstünde bir Avrupa turuna çıkmış, gördüklerini ve duyduklarını kendi tarzında anlatmış... Kendisinin anlatmadıkları fıkra tadındaki kimi nükteli öykücükleri de ona eşlik edenler anlattılar.
    Bize de bunları aktarmak kalıyor...

* * *

     
    Almanya’da ilk durak tabii ki başkent Berlin.
    Berlin denilince de ilk aklanı gelen yer, bir zamanların “Küçük İstanbul’u” Kreuzberg. Bir zamanlar... Çünkü Kreuzberg artık “Türklerin işgali altında” değil. Avrupa Birliğine üye ülkelerden başta Fransa, İtalya ve İspanya’dan olmak üzere sanatçıların, akademisyen, yazar ve entellerin yeni keşfettikleri bir yer olmuş. Sadece Avrupa Birliği üyesi ülkelerinden gelip yerleşenler değil, hemen hemen dünyanın her köşesinden gelip de burayı görür görmez bir daha geri dönmeyenler de var... Bu semtin eski sakinleri bundan rahatsızlar, çünkü doğal olarak kiralar patlama yapınca kiracı olarak oturanların yaşamı zorlaşmış. Dünya çapında medya ve basına da konu olmuş eylemler ve protestolarla, yetkililerin ve kamuoyunun dikkatini çekme çabaları da olmuş. Ama isteklerini pek elde edememişler.
    Buna rağmen eskinin sosyal ve kültürel yaşamından kalanlar görmeye değer.
    Örneğin buraya gelip de halk arasındaki adıyla cuma pazarına uğramamak olur mu ?
    Kreuzerg’deki simitçi kafeden son-ra N. Hoca ve yanında tercüman Recai Bey pazar yerine doğru yol alırlar. Bundan sonraki olanları Hoca anlatıyor.

* * *

    “Berlin-Kreuzberg’de cuma günleri kurulan pazar adeta bizimkilerin elinde. Türkçe, sanki pazarda konuşulan resmi dil olmuş. Türkçe kurslarına katılan Almanlar bile konuşma pratiklerini ilerletmek için buraya kadar gelip hem alışveriş yapıp hem de Türkçe konuşma- larını geliştiriyorlarmış.
    Bir nehrin kenarındaki bu pazar her türlü ucuz sebze, meyve ve yiyeceklerle dolu. Bağrışmalar, karma dillerde konuşmalar. Canlı müzik yapanlar. Gözleme, piza, döner, kestane, pasta, kahve, çay vb. yiyeceklerin, içeceklerin kokusu havada uçuşuyor adeta. Hareketli, canlı, cıvıl cıvıl bir pazar yeri.
    – Gel abla gel , ne alırsan bir Euro.
    – Taze hamsi var. Her çeşit taze balık burada...
    – Domatesin kasası iki Euro. Hacı Emmi, al götür...
    – Gözlemeye gel : peynirli, kıymalı, patatesli, ıspanaklı ...
    – Burası gerçekten Almanya mı, Recai Bey ? Yanlış bir yere falan gelmedik değil mi?
    – Şöyle bir tur atalım Hocam. Daha başka neler var, neler !

    Gerçekten: Ucuz kumaşlar, oyuncaklar, takılar, küçük ev eşyaları. Daha neler?
    Berlinliler gözlemeye bayılıyorlarmış. Bir de kolay söylenen bir isim takmışlar: “Gözi”.
    Vallahi nutkum tutuldu! Şaşkınım. Bir yandan da heyecan ve gurur verici bir manzara! Yabancılık çekilmez burada...
    – Evet, doğru Hocam. Ülkemizdeki pazar kültürünü insanlarımız buraya taşımışlar. Pazar yerindeki bu manzarayı beğenmeyen yok. Herkes memnun. Renklilik ve zenginlik işte bu olsa gerek...
    – Doğru diyorsun.Herkesin birbirinden alıp-vereceği ve de öğreneceği mutlaka bazı şeyler var, gerçekten de çok ilginç. Sevdim ben burasını ...

    Tıpkı yazın memleketteki gibi. Turist olarak gelen Almanlar tatil yaptıkları bizim yörelerden de bu manzaraları tanıyorlar.
    İki kadın siparişlere yetişmeye çalışıyor. Birisi hamur açıyor, diğeri pişirip o nefis görünen “gözileri” müşterilere veriyor. Başlarında meraklı bir kalabalık. Bol bol resim çekiyorlar. “Gözi”nin baştan sona yapılışını kaydediyorlar. Sanki evlerine dönünce hemen yapacaklarmış gibi çok ilgililer...
    Pazar yerinde Almanların Türkçe öğrenmesi çok hoşuma gitti, doğrusu. Aklıma bir fikir geldi hemen. Çok nadir olan Alman satıcılardan birisiyle de ben konuşarak bir deneme yapmak istedim.
    – Recai Bey, bu kıyafetimle, şu Alman satıcıya bir sürpriz yapıp Almanca bir, 100 gram mantar isteyeyim. Bakayım benim Almancamı anlayacak mı ? Böylece ilk Almanca konuşmayı da yapmış olurum. Şimdi bana Almancasını söyler misin?
    – (Bitte: lütfen / Hundert Gramm: yüz gram / Champignons : mantar)
    – Deme yahu ! Bizim bildiğimiz mantar burada şampiyon mu oldu?

    Bizdeki kültür mantarının Almancası. Yapay üretilen bir mantar cinsi yani...
    – Vay be! Daha neler! Tamam, ben hazırım. Bak dinle sen şimdi: Bit-te hun-dert gram şampiyon! (Oh be, göbeğim çatladı bu kadarı için. Ama şampiyon kolaymış!)

    Fakat ne olduysa ondan sonra oldu. Hani bizde bir söz var: Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı diye... Tam bu durumu anlatıyor bu söz. Adamcağız sanki doğrucu Davut! Tam yüz gram vermek istediğinden büyükçe mantar koyuyor kağıt külahın içine, birkaç gram ağır geliyor. Değiştiriyor biraz küçüğünü koyuyor. Bu sefer de birkaç gram az geliyor. Jest ve mimiklerden ben durumu anladım. Adam şaşkın ve çaresiz. Sağolsun Recai anında simültane tercüman gibi dediklerini çeviriyor bana. Ama sadece bakıyoruz...
    – Tam yüz gram olmuyormuş... diye tercüme ediyor Recai.

    Ben artık nerdeyse patlamak üzereyim. Bırak Allah aşkına... Hemen kendimi frenliyorum, yumuşatarak tepkimi...
    – Ah, bizim memlekette olsa ...
    – Ne olurdu memlekette olsa, Hocam ?
    – N’olcak ! Satıcı anında kıyak geçerdi ve “Al kardeşim, bu da benden olsun” diyerek iki tane daha içine koyup paketi de çoktan elimize vermişti bile... Bu ülke neden zengin şimdi daha iyi anladım.

    Sonunda ne mi oldu ? Doksan altı gram mantara, doksan dokuz cent vererek sorunu hallettik. Şu hesaba bakın! Bizdeki “Al bu da benden olsun” kıyağını Recai tercüme etmiş gerçi, ama anlayıp anlamadığından o da emin değildi. Dönüşte kafede anlattım bizimkilere. “Ohoooo, o da ne ki, Hocam! “ diyerek başladılar daha ilginçlerini peşpeşe anlatmaya...

* * *


    Hoca’ya Almanya turunda rehberlik eden çok. Bu kez yayıncı Ahmet Bey’in daveti üzerine Düsseldorf Altstadt’taki bir kafede buluşacaklar. Bu kafenin bir özelliği var. Merhum Can Yücel’in Almanya’ya gelip de Düsseldorf’a yolu düştüğünde karısı Güler Hanım’la çok severek gittikleri bir kafe. Her geldiklerinde Can Baba keyifle şarabını yudumlarken karısı da, buradaki ilk gözağrısı Käsekuchen’ın keyifle tadını çıkarırmış.
    Hoca’ya o gün karısı da eşlik etmektedir. Eee karısı da yanında olunca, böyle anlamlı ve hatırası olan bir yere gidilmez mi? Küçük bir çarşı turundan sonra Hoca , karısı ve yayıncı Ahmet Bey bu kafeye doğru giderler. O da ne? Hoca ve karısı birden sokakta gördükleri karşısında şaşırıp kalırlar. Almanya’ya ilk gelişleri olduğundan böyle durumlarda görgüsüz görüntüsü de vermek istemezler.
    Sokakta ilkin birkaç gencin öpüştüklerini görürler. Önce “Amaaan, ne de olsa gençler bunlar, yaparlar” diye düşünürler. Fakat az ilerde yetişkin yaşlarda bir çiftin de ayakta sarılıp öpüştüğünü görünce bu durum daha çok karısının ilgisini çeker. Çok hoşuna da gider ve “Aaah...” diye bir iç çekerek Hoca’ya :
    – Baaak Hoca Efendi, iyi baaak!
    – Tövbe tövbe yahu ! Nesine bakayım ben, Hatun!
    – Aslında, sen de, işte tam böyle yapmalısın, Hoca Efendi! deyince Hoca artık dayanamaz ve adeta patlar:
    – İyi de bre Hatun, ben onları hiç tanımıyorum ki!

* * *

    Hoca anlatmaya devam ediyor: Sağolsunlar bizim insanlarımız, her yerde davet ediyorlar ve çok güzel ağırlıyorlar. Hamburg’da Antepli bir aileye davetliyiz. “Yemek kültürünün başkenti biziz Hocam, öyle değil mi ?” diyerek bana bunu ısrarla onaylatmaya çalışıyor, evin hanımağası. Cadaloz birisine benziyor. Fakat aynı zamanda nüktedan ve çok hoş sohbet de birisi.Bu anlatacağım gerçek bir anekdot. Kulaklarımla duymasaydım kesinlikle inanmazdım. Konular döndü dolaştı, emeklilikten sonra mezarlıkta son buldu.
    – Hocam, hiç sormayın. Şimdiki çocuklara güven olmaz. Ne olur ne olmaz, deyip, bu yaz gittiğimizde mezar yerimizi bile aldık. (Ortalık birdenbire sanki buz kesti! Çıt yok! Hanımağa da biliyor bunun hoş bir konu olmadığını, ama esprili ve şakacı biri. Bunu bile anlatırken herkesi güldürüyor.)
    – Aman ağzından yel alsın, Allah gecinden versin, daha gençsiniz. Bu da nerden çıktı şimdi? Nerden aldınız mezar yerini? (dedim çekinerek...)
    – Antep’te. Şöyle yüksek bir tepede olan bir mezarlıkta. Efil efil esen bir yer, bir görsen...
    – Aman tanrım daha neler! (Bunu çok anlatmış olacak ki, daha sonu gelmeden benim dışımda herkes gülmeye başladı... Ben şaşkınım,meraktayım.)
    – Bu gülmelerin altında mutlaka bir hınzırlık var gibi galiba ...
    – Evet Hocam, onu da diyem sana. Mezar yerimizin tam karşısında ne var biliyon mu ? (Gülmelerin dozu biraz daha artınca o da patlattı ...)
    – REAL! Tam karşımızda Hocam. Hem de yeni açıldı valla...

    (Nutkum tutuldu, bu kadın beni de geçmiş. Her şey beklenir...)
    – Ben senden korktum valla. Korkarım, sen artık akşamları gizli gizli alışverişe bile gidersin, be kadın...
    (Kahkahalar, gülüşmeler gırıla... )

* * *

    N. Hoca’nın Almanya turundaki diğer yaşadıklarıyla ilgili nükteli öykücük ve fıkraları gelecek sayıda da okuyacaksınız. Daha kısa kısa ve daha çok. Ayrıca Hoca’nın gözüyle anlatılanların dışında, daha birçok kişinin de bizzat yaşayıp anlattıkları birçok fıkra ve anekdotlar da yer alacak.
    Hoca’nın ilk öğrendiği ve hoşuna giden sözcükler. Almanya’da en çok hoşuna giden şeyler. “Ben bu Almanya’da yaşamanın sırrını çözdüm” diyerek herkese tavsiye ettiği bilgece iki altın öğüt...