|
|
Die Gaste, SAYI: 7 / Mayıs-Haziran 2009
|
“Kullanılmayan Potansiyel”in Suçlusu
Ahmet ONAY
Bir gün Nasrettin Hocanın eşeği çalınmış... Can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış...
Birisi:
– Hocam niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki?
Bir başkası:
– Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor? diye konuşmuş.
diğeri de:
– Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor.
Hoca kızmış:
– Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yok?
Nereden bakıldığına bağlı. Entegre olunmasını isteyenler tarafından bakıldığında, “suçlu”, entegre olmayandır; entegre olmadıkları iddia edilenler tarafından bakıldığında ise, “suç” karşı taraftadır. Hangi açıdan ve yerden konuya yaklaşılırsa yaklaşılsın, her durumda eleştiriler “suç/suçlu” ilişkisine dönüştürülmektedir. Dinsel bir söylemle Tayyip Erdoğan’ın ağzından “asimilasyon insanlık suçudur” denildiğinde, “suç” işleyen taraf entegrasyonu talep eden taraftır. “Türkler entegrasyon özürlüdür” denildiğinde ise, “suçlu” entegre olmayı reddeden Türklerdir. Ve bu karşılıklı “suç/suçlu” edebiyatı, bir süre sonra bireyleri ve grupları bir taraf olmaya zorlamaktadır. “Taraf” olunduğunda ise, ne denli nesnel olunmaya çalışılırsa çalışılsın, her durumda taraf olunan tarafın baskın geldiği, “suç”un karşı tarafa ait bir eylem olarak algılandığı bir durum ortaya çıkar.
Nasrettin Hocanın eşeğinin çalınması hikayesinde olduğu gibi, bu taraf/suç/eleştiri ilişkisi içinde, diğer tarafın “hiç mi suçu yoktur”?
Genel olarak entegrasyon tartışmalarında “taraflar” oluştuğundan, bir tarafın diğer tarafa yönelik eleştirisi öylesine yoğunlaşmaktadır ki, karşı tarafın “hiç suçu” yokmuşçasına bir görünüm ve söylem ortaya çıkar. Sıklık Alman toplumsal ve siyasal kurumsal yapısı içinde belli bir yere sahip olan, geleneksel ve alışkanlıkla “aydın” olarak tanımlanan ve “entegre” olmuşluğun örneği olarak sunulan bireyler açısından “entegre olmayan” taraf Türklerdir ve “suçlu” olan da onlardır.
Yoğun medyatik destek ve finansal olanaklarla bu “iddia” hemen her gün egemen toplumun bireylerine anlatılmakta, propaganda yapılmaktadır. Entegrasyonda “suçlu” olan tarafın “Türkler” olduğuna ilişkin bu yaygın propaganda, gariptir ki tümüyle Almanlara yönelik sürdürülmektedir. Kaçınılmaz olarak da Alman toplumunda Türkiyeli insanlara karşı varolan “geri kalmış ülke insanı” algısını ve önyargısını sürekli diri tutmaktadır. Ne yazık ki, bu propagandadan beklenen de zaten budur.
Türkiye deyişiyle, yapılan Almanın Almana propagandasıdır. Sanki “Türklerin” ne yapılırsa yapılsın entegre olmayı istemedikleri, buna ayak direttikleri, karşı çıktıkları ortaya konularak, “başka yapılacak bir şey kalmadı, tek seçeneğimiz onları kendi ülkelerine göndermek” yargısı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Böylece sanki böylesine büyük bir nüfusun zoraki göç ettirilmesine karşı Alman toplumunda ortaya çıkacak karşıtlıklar bugünden ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Yukarda sözünü ettiğimiz “entegrasyon örneği aydın” düzeyinden bakıldığında, bu propaganda “yerden göğe kadar” haklıdır!
Türkiyeli insanlar, her şeyden önce geri bir ekonomik ilişkiler alanından gelmektedirler. Geri kalmış ya da “üçüncü dünya” ülkesi insanıdırlar, karbonhidratlarla beslenirler, dolayısıyla beyinsel olarak az gelişmiştirler, zihniyet dünyaları geridir, kültürel olarak az gelişmiştir, dinsel dogmalara olan bağlılıkları çok güçlüdür! Bu nedenle de, gelişmiş sanayi toplumuna sahip Almanya’ya “uyum” sağlayamadıkları gibi, sağlamayı da istememektedirler!
Kültürel olarak geri, sanat-edebiyattan anlamayan, çalışıp biriktiren, biriktirdiği için tüketmeyen, sanayi toplumunun nimetlerinden yararlanmayan, kendisini “dünyevi” alandan çok “ulvi” alana adayan kaba saba insanlar!
Böylesine kaba, geri, dogmatik insanların öylesine gelişmiş sanayi toplumu karşısındaki “direnişleri”, feodalizmin kapitalizme karşı direnişi olarak da açıklamaya çalışılabilmektedir.
Alman kurumlarının finansal desteğiyle her gün işlenilen bu düşünceler karşısında Türkiyeli insanlar ister istemez “mağdur” durumuna sokulmakta ve itilmektedirler. Böylesi bir “mağduriyet” karşısında kendini savunabilecek durumda olmayan (bunun için gerekli bilgi birikimine ve donanıma sahip olmadıkları kesindir) bu insanlar, kendi yalıtılmışlıkları içinde yaşamaya ve söylenenleri duymamaya çalışmaktadırlar.
Evet, Türkiye insanları entegrasyon “özürlü” ilan edilmiştir. Öyle de kabul edilebilir. Alman toplumu ve devlet aygıtı “elinden gelen her şeyi” yaptığı da kabul edilebilir. Ve sonuç olarak, her şey yapılmış olmasına rağmen, “onlar” entegre olmamakta kararlıdırlar!
Oysa “onlar”ın sorunları vardır. Bu sorunlar ya görülmemekte ya da önyargısal yaklaşımlarla kabul edilmemektedir. Bilimsel bir yaklaşımla, Türkiyeli insanların sorunlarının kavranılması ve çözümlerinin araştırılması “sorun” olarak görünen entegre olmamışlığında çözümü olarak pekala ortaya konulabilir. Ama böylesi bir yaklaşım, hemen her durumda Türkiyeli insanların (mazlum ve mağdur olarak) her açıdan olumlandığı, gerçek “suçlu”nun bu sorunları çözmeye yanaşmayan egemen toplumun ve sisteminin ilan edildiği şeklinde bir algıya ya da itiraza yol açmaktadır.
Bazıları şöyle diyebilmektedir: Tamam, Alman toplumunda yabancılara karşı önyargılar vardır, devlet yabancıların sorunlarıyla yeterince ilgilenmemekte ya da yanlış yaklaşmaktadır, yani ev sahibinin hataları vardır, ama “hırsızın” hiç mi suçu yoktur?
Ethik açıdan bakıldığında, ister Kant, ister Hegel felsefesi temelinden yola çıkılsın, her durumda “insanların ilk günahla” suçlu olduklarını kabul ettiğimizde, yabancıların (Türkiyeli insanların) doğuştan gelen suçları, özürleri olduğunu da kabul etmek durumunda kalırız. Oysa mevcut yasalara göre “hırsızlık” suçtur ve hırsız, hırsızlık yaparak suç işler. Yoksa hırsızın kendisi kendi kendine suçlu değildir.
Türkiyeli insanlar entegre olmadıkları için “suçlu” ilan edilmişlerdir. Kendileri ise, kendilerini “basbayağı” entegre olmuş olarak kabul ederler, entegrasyona ilişkin söylenen her şeyi yerine getirirler. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak, söylendiği gibi evlerinde çocuklarıyla sürekli Almanca konuşurlar. Bratwurst, köriwurst yerler, waynakmarkları gezerler, osternde yumurta boyarlar, Alman bir arkadaşlarının olmasından büyük onur duyarlar ve bu Alman arkadaşlarının her söylediğini de, doğru/yanlış yargılamasına girmeksizin önsel olarak içtenlikle kabul ederler. Alman kuhenlerini yerler, kase stange ile karınlarını doyururlar, Alman “zoze”leriyle yemek yaparlar. Kuru fasulyeden hoşlanmazlar, sarımsaklı yemeklerden uzak dururlar. Çay içmezler, güne kahveyle başlarlar. Alman neylerse güzel eyler diye düşünürler. Alman sanayi ürünlerine sonsuz güvenleri vardır. “Sarı mercedes” onların hayali ve her şeyidir. Ara sıra Alman doktorlara pek güvenmiyor görünseler de, Alman sağlık sigortası sistemine övgüler düzerler. Çocuklarının “perfect” Almanca bilmeleriyle övünürler. Hatta kimileri evlerinde “her Almanın yaptığı gibi” köpek bile bulundururlar. “Türkler”den çok Almanlarla oturup kalkmayı isterler. İşyeri sahipleri müşterilerinin Alman olmasını özel olarak ister, hatta “Türk” müşterilerin varlığı onun için bir huzursuzluk kaynağıdır. Çocuklarının eğitiminde Alman öğretmenlerin her söylediğini önyargısız doğru kabul ederler. Çocuklarının “doğal yetenek”e göre sınıflandırılmasını doğal görürler. Kendi çocuklarının “yeteneksiz” olduğunu, eğitimi sürdüremeyeceğini, sürdürmeye çalışsa bile başaramayacağını söyleyen Alman öğretmeni her durumda haklı görürler. Elbette kırmızı ışıkta geçmezler, kuyruğa girerler, sıralarını sabırla beklerler, yerlere çöp atmazlar, tükürmezler. Çocuklarını terbiye ederken bile “nein” sözcüğünü olabilecek her durumda kullanmaya özen gösterirler. Çocuklarını hıristiyan din dersine gönderirler.
Ama yapılan “bilimsel” araştırmalara göre, entegrasyon özürlüdürler. Yeterince akademisyen çıkaramamışlardır, üniversitede okuyan yeterli öğrenciye sahip değillerdir, Almanlarla yeterince evlenmemişlerdir vs. vs.
Oysa bu söylediklerimiz Türkiyeli insanlar için ideal bir entegrasyon olgularıdır. Bunları yapan her birey/aile kendisini Alman toplumuna entegre olmuş olarak kabul eder.
Elbette bu “biz entegre olduk” diye düşünen insanların yanında ve yanı başında kız çocuklarını “yüzme dersine” göndermeyen, kızlarını tesettüre sokan “dindar” insanlar da vardır.
Ve iddia odur ki, bu “dindar” insanların bu yaptıkları entegrasyonu dinamitlemektedir.
Ama bu iddia sahipleri, diğer yandan Almanya’da devletin dinler karşısında “tarafsız” olduğunu, din özgürlüğünün olduğunu, dolayısıyla dini inançlara karışılamayacağını da iddia ederler.
Açıktır ki, sorun dinselse, yapılması gereken laikliktir, laik eğitimdir. Ama eğitim sistemi laik değilse (“tarafsız”), bir kesimin laik olmayışlarını entegrasyonun engeli olarak göstermek mantıksızdır.
Türkiyeli insanların sorunu, kendi anlayışları ve inançları içinde entegre olmayışları değildir. Entegre olduklarını sandıkları şeyin, entegre olmalarını isteyenler tarafından disentegresyon olarak kabul edilmesidir. Diğer taraftan, aynı anlayış ve inanç, kendi toplumsal temeline ve kendi kökenine terstir. Ama yine de entegre olmadan anladıkları biçimiyle entegre olmak için çaba gösteren azımsanmayacak bir kesim vardır ve bunların içinde kadınlar baskın durumdadır.
Bu gerçekler orta yerde dururken, entegrasyona ilişkin bir yığın şey sıralamak ve bunların çokluğunun Türkiyeli insanlar tarafından reddedildiğini söylemek gerçekçi değildir. “Junker tipi” bir geçişle feodalizmden kapitalizme evrimlenmiş bir Alman toplumunun, feodal ve ataerkil ilişkilerden gelenleri entegre etmekteki başarısızlığı da açıklanması gereken bir başka tarihsel olgudur.
Evet, ev sahibi haklı olabilir, hırsızın da suçu vardır ve belki ev sahibine göre çok fazladır. Öyle ise, gerçek olguları ele almak ve bunları kantçı ve hegelci felsefik kavrayıştan arınmış bir bilimsellikle değerlendirmek gerekmemekte midir? Bu felsefik temel var olduğu sürece, belirsiz, tanımlanmamış, körlerin fili tarif etmesi gibi her köre göre değişen tanıma sahip entegrasyon konusunun çözümlenmesi de fazlaca beklenemez.
Anlaşılması ve kabul edilmesi gereken şey, insanların “doğal ve doğuştan” getirdikleri özellikleri ve yetenekleriyle varolmadıkları, bilinçli ve bilimsel süreçler içinde “en yeteneksiz” olanların bile yetenek kazanabildikleridir.
Beklenilen, belirsiz, anlamsız, adı konmuş, ama içeriği olmayan entegrasyon kavramına açıklık getirilmesidir. Bu görev de, kaçınılmaz olarak entegre olması istenenlere değil, entegre olunması-nı isteyenlere düşer. Her türlü ulusalcılıktan, dinsel önyargıdan, “medeniyetler çatışması” düşüncesinden arındırılmış olarak entegrasyonun ne olduğu ortaya konulmadığı sürece, kimin “suçlu” olduğunu saptamak, sadece tarihin yargıçlığında yanıtlanabilecek bir sorudur.
|
|
|
|
|