Die Gaste, SAYI: 7 / Mayıs-Haziran 2009

Eğitimde Tiyatro

Zehra İPŞİROĞLU





    Duisburg-Essen Üniversitesi Türkçe Bölümünde ikibinli yıllardan bu yana eğitimde tiyatro çalışmalarını sürdürüyoruz. Eğitimde tiyatro doğaçlamaya dayanıyor. Doğaçlamayla bir sorundan ya da bir konudan yola çıkılarak kurmaca bir durum yaratılıyor ve bu durum rol paylaşımıyla canlandırılıyor. Katılımcıların sürekli rol değişimiyle, günlük yaşamlarından canlandırabilecekleri kesitler, kendilerini başkalarının yerine koyma koyma yetilerini geliştiriyor, böylece farklı roller ve söylemler aracılığıyla bir sorunu yalnızca kendi açılarından değil, başka açılardan da görüp değerlendirebiliyorlar. Eğitimde tiyatroda gözlemcilik kadar önemli olan, empati yetisinin geliştirilebilmesi. İnsanlar nasıl konuşuyorlar, nasıl davranıyorlar, davranışlarının ardında ne tür nedenler yatıyor, hangi söylemlerin etkisi altındalar, hangi değerlere bağlılar, ilişkilerdeki çatışmalar nasıl ortaya çıkıyor gibi sorular yüzeyde görünenin ardında olanı anlamamızı sağlıyor.
    Bu tür çalışmalar çok gerçekçi bir düzlemde geliştirileceği gibi, taşlama, tersinleme, soyutlama vb. tekniklerden de yararlanılarak sürdürülebiliyor. Amaç bir sorunu abartma, çarpıtma, parodi yoluyla yabancılaştırarak alışılmadık bir açıdan sergilemek.Çalışmalar bu doğrultuda gelişecekse, reklamlardan masallara, karikatürlerden çizgili roman ve video kliplerine değin parodiye uygun olan her tür malzemeden yararlanılabiliyor.
    Eğitimde tiyatro çalışmalarında farklı yöntem ve tekniklerle yaratıcılıkla eğitim ve öğretimi bütünleştirmeye çalışırken kısa bir süre önce yitirdiğimiz ünlü tiyatrocu Augusto Boal’ın Ezilenlerin Tiyatrosu kuramı bizlere yepyeni bir ufuk açmıştı. Tiyatro aracılığıyla kendi ülkesindeki geniş halk kitlelerine, okuma yazma bilmeyenlerden ezilen alt katman kadınlarına değin çeşitli gruplarla ulaşmaya çalışan ünlü Güney Amerikalı tiyatrocu Augusto Boal’ın tiyatrosu ezilenlerden ve sömürülenlerden yanadır tiyatro aracılığıyla onların sorunlarına çözümler üretmeye, onları bilinçlendirmeye çalışır. A. Boal tiyatrosunda izleyici de etkin bir konumdadır, böylece izleyiciler ve oyuncular oyunu birlikte oluştururlar.[1] Çalışmalarımızı Augusto Boal’ın kuramına dayandırırken, amacımız hem çocukların ve gençlerin dünyasını bulgulamak, onların özgün seslerini yakalamak, hem de onların yaşadıkları dünyayı daha iyi irdeleyebilmelerini sağlamaktı. Daha somut bir deyişle katılımcıların yaratıcı gizilgüçlerini ve eleştirel düşünme, irdeleme ve çözümleme yetilerini etkin kılmaktı..
    Üniversite bünyesinde yıllarca sürdürülen bu çalışmalarda yüksek öğretim öğrencilerinden de beklenilen alışık olmadıkları bir etkinlikti. Bu alanda kendilerini yetiştirmek isteyen gençlerin kendi düşünme ve çözümleme yetilerini ve yaratıcılıklarını etkin kılmayı ve kuramla uygulamayı bütünleştirmeyi öğrenmeleri gerektiği gibi okullarda yapılan her çalışmanın bir ilk olduğunun da bilincinde olmaları ve bunun heyecanını duyumsayabilmeleri ve sorumluluğunu üstlenebilmeleri gerekiyordu. Deneysellik ve yaratıcılık eğitimde tiyatronun temelini oluşturduğundan, her çalışma yepyeni bir yaşantı sunuyordu. Ve her yaşantıyla birlikte hep birlikte aşılması gereken yeni yeni sorunlar oluşuyordu. Bu açıdan da bu çalışmalar büyük bir özen, disiplin, süreklilik kimi kez de özveri gerektiriyordu.
    Ezilenlerin Tiyatrosu temel taşını oluşturan Forum Tiyatrosu bizlere özellikle yol gösterici olmuştu. Forum Tiyatrosu’nda güncel bir sorun doğaçlama yoluyla canlandırılıyor, sonra da izleyicilerin katılımıyla sahnede canlandırılan soruna çeşitli çözüm önerileri aranıyordu. Böylece sürekli rol değişimiyle aynı oyunun farklı çeşitlemeleri oynanıyordu. İzleyicinin etkin katılımını öngören Forum Tiyatrosu aracılığıyla hem kendimizi, içselleştirdiğimiz değerleri, rolleri, gelenekleri, tabuları, hem de yaşadığımız çevreyi, toplumu daha iyi alımlama olanağını buluyorduk. Sorun odaklı bir anlayışı gündeme getiren bu tiyatroda çocukların ve gençlerin ilgisini çekecek bir sorun seçilerek hedef gruba oynanıyor ve sonra da izleyici çocukların katılımıyla gündeme getirilen soruna çözüm üretilmeye çalışılıyordu. Bu çerçeve içinde okullarda çocuklara yönelik gösterilerde aile içi çözülme, anne ve babanın ayrı yaşamasından dolayı çocuğun yaşadığı baskı ve ayrımcılık, kız erkek ayırımcılığı, yabancı düşmanlığı, şiddet, kuşaklar arası kopukluk, ailelerin çocukların üzerinde yarattıklar baskılar, meslek seçiminde gençlerin güdümlenmesi, çıkarcılık ve ikiyüzlülük, çevre ve mahalle baskısı gibi sorunlar tüm çarpıcılığıyla gündeme geliyordu.
    Ancak Almanya’daki Türklerle sürdürülen çalışmalarda gündeme farklı biçimlerde gelen temel sorun hep toplumsal cinsiyet sorununda odaklaştığından, zamanla doğrudan kadınlara yönelik çalışmalara da ağırlık vermeye başlamıştık. Örneğin erkil aile yapılanmasının sorgulandığı bir Forum çalışmasında ithal gelin sorunu gündeme gelmişti. Oyunumuzda Almancı koca bulup Türkiye’den Almanya’ya gelen gelin artık elini ete süte değdirmeden yaşayabileceği hayalindedir; dil öğrenecek, okuyacak, belki para kazanabileceği bir uğraşı bile olacaktır. Ancak evdeki pazarlık çarşıya uymaz. Gelin Almanya’ya gelip de kayınvaldenin eline düştüğü anda bütün hayalleri bir anda uçuverir. Pısırık kocası ve ailesi tarafından öylesine kuşatılmıştır ki, nasıl kurtulacağını bilemez.Köln’deki gösterinin bu aşamasında, insanın içine işleyen derin bir suskunluk tan sonra izleyen kadınlar ağlamaya başlamışlardı. Ama düşler dünyasında olmayacak şey yoktur burada da farklı çözümler üretilmişti.
    Böylece bir anda izleyiciler oyuncu , oyuncular izleyici olup, kadınlar kıkırdaşmalar, kahkahalar arasında kendilerini sahnede bulmuşlardı. Kadınlar çıkış arayışı içinde rolden role giriyorlar, her biri ünlü komedyenlere taş çıkartacak bir oyunculuk sergiliyordu. Roller sürekli değişiyor, kimi kayınvalde oluyordu, kimi gelin, kimi görümce, kimi koca...Çatışmanın biçimi sürekli değişiyor ama özü bir türlü değişmiyordu. Çözüm bulmak hayal düzlemin de bile olsa hiç de kolay değildi. .Sahnede oynanan oyunun her çeşitlemesinde saldırı, şiddet , korku, baskı ve bol bol gözyaşı vardı. Ama sorular da vardı: Sorun kimde kayınvalde de mi, kocada mı, gelinde mi, yoksa bu ilişkileri körükleyen feodal gelenekler de mi? Gelenekler değişebilir mi, nasıl?
    Kadınlarla yıllardır uyum çalışmasını sürdüren sosyal danışman Nurten Kuma göre, bu oyun sayesinde kadınlar ilk kez kendi sorunlarını böylesine açık yüreklilikle tartışabiliyorlardı. Oyun sonrası yapılan tartışmada göçmen kadınlardan birinin Doğruyu söyleyin, içimizde kocasından dayak yememiş bir kadın var mı? sorusu şimdiye değin tabu olan bu konuyu birden bütün çıplaklığıyla gündeme getirmişti. Aynı oyun üniversite çevresinde oynandığında, göçmen kökenli üçüncü kuşağın tepkisi göçmen kadınlarınkinden farklıydı. Gözyaşı yerine direnme, tartışma ve başkaldırı vardı. Bu böyle ama hep böyle kalmalı mı sorusu yeni çözümler üretiyordu
    Dilin bir baskı ve ezinç aracı olmaktan çıkıp, diyaloga dönüşmesinden kadınlar arası dayanışmaya kadar farklı çözümler getiriliyordu. Toplumsal cinsiyet sorunun üstüne okullarda gençlere yönelik çalışmalarda da önemli durduk. Her Forum Tiyatrosuyla yeni bir yaşantı ve deneyim alanı oluşuyordu. Kimi kez somut çözüm önerileriyle Forum Tiyatrosunun ana hedefine ulaşabiliyorduk, ama çoğu kez de sadece bir tartışma alanı yaratarak sorunları gündeme getirmekle yetiniyorduk. Özellikle erkil yapılanmanın aşırı derecede içselleştirildiği tutucu ortamlarda herkesi doyuracak bir çözümü bulmak kolay değildi çünkü, ama en azından kafamızdaki tabuların sorgulanmasını sağlanıyordu.
    Gençlerle yapılan Forum Tiyatrosu’nda gündeme gelen temel sorun kız erkek ayırımcılığıydı. Örneğin baba işsizdir.Üniversiteye giden çocukların giderek yükselen üniversite harçlarını karşılayacak parası yoktur.Bu nedenle kız ve erkek çocuk arasında ayırımcılık yaparak kızın okumasını engellemek ister.Bu durumda kız nasıl çıkmazdan kurtulacaktır? Ya da kız hukuk okumak istemektedir ama aile kızı bir an önce evlendirerek borçlarını ödemek istediğinden, kızın okumasına kesinlikle karşıdır. Bu durumda kız ne yapacaktır?
    Çözüm önerilerinde dikkati çeken, çözümün genellikle hep anneden beklenmesiydi. Anne babayı ikna etmeye çalışırken kimi kez başarılı oluyor, kimi kez de erkil düzenin kurallarını kıramadığı için tam bir çıkmaza giriyordu. Sözgelimi kızına üniversite harçlığını sağlayabilmek için anne babadan izin alarak dışarda çalışmaya başlar. Ancak bu kez kurban durumuna düşen annedir, çünkü hem günde on iki saat çalışmakta hem de ev işlerinin ağır yükünü tek başına kaldırmakta aşırı derecede zorlanır. Bu durumda ne olacaktır? Anne dışarıda çalışmaktan vaz mı geçecektir yoksa kız mı okumaktan vaz geçecektir, yoksa baba mı davranışını değiştirecektir?
    Sahnelediğimiz bu gösteride evde boş oturan işsiz babanın ev işlerini üstlenerek anneye yardımcı olması önerisi inanılmaz bir tepkiyle karşılanmıştı. Katılımcı ve izleyiciler in pek çoğu sorunun önemini görüyor, ancak iyice içselleştirilmiş olan kadın erkek rollerinin sorgulanmasından duyduğu tedirginliği de açıkça gözler önüne seriyordu. Böylece herkesi tatmin edilecek bir çözüm bulunamadı ama en azından erkil aile düzenindeki rollerin sorgulandığı hararetli bir tartışma ortamı yaratılabildi.
    Almanya’da eğitimde tiyatro alanında sürdürülen çalışmalar çerçevesinde Biyografik Tiyatro da önemli bir yer tutuyor. Essen Üniversitesinde çalışmaya başladıktan sonra Türk kökenli üçüncü kuşak işçi çocuklarının yaşam öykülerini toplamaya başlamıştım. Bu öykülerin içinden zamanla bir eleme yaparak Özgürlük Yolları (Çınar) kitabımı kaleme aldım. 2008 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü’nü kazanan bu kitapta yer alan öyküler bir tiyatro gösterisine de uygun bir malzeme sunuyordu. Böylece yaşam öykülerinden yola çıkarak doğaçlama çalışmalarıyla geliştirilebilecek bir tiyatro oyunu kurguladım. Bu oyun Theater an der Ruhr’un tiyatro eğitimcisi Bernhard Deutsch tarafından yaklaşık üç yıl süren tiyatro atölye çalışmalarında giderek geliştirildi ve sonunda Özgürlük Yolları sahnelendi. Önce Theater an der Ruhr’da gösterilen sonra da Ruhr bölgesinde turne yaparak büyük beğeni kazanan bu oyunda gençler kendi yaşamlarını, düşlerini, sorunlarını, çatışmalarını ve savaşımlarını özgün bir biçimde anlatıyorlardı. Belgelere dayanarak geliştirilen ancak gerçeküstü ve kara mizah öğelerine de geniş çapta yer veren bu gösteride temel sorun modern yaşamla gelenekler arasındaki çatışmada düğümleniyordu. Sahnede canlandırılan ise bu çatışmayı aşmayı binbir güçlükle başarabilenlerin öyküleriydi.
    Eğitimde tiyatroyla şimdiye değin Türkiye’de İstanbul’un kenar semtlerindeki ve Fethiye’deki okullarda ve Almanya’nın Ruhr bölgesindeki işçi çevresinde başta çocuk ve gençler olmak üzere çok geniş bir çevreye ulaşabildik. Başlangıçta Türkiye’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dramaturgi ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünde bu çalışmaları sürdürürken, o yıllardaki üniversite yönetiminin bağnaz ve gerici
tutumunun bilincinde olduğumdan, çağdaş bir yaşam biçimini ve demokratik bir duruşu benimseyen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğiyle birlikte çalıştığımızı bile özenle gizliyordum. Amacımız öğrenci odaklı bir eğitim anlayışı içinde, hiçbir dayatma yapmadan eleştirel düşünebilen ve sorgulayabilen, her gördüğünü olduğu gibi kabul etmeyen ve kendi yaratıcı gizil gücünü keşfeden bireyler yetiştirmekti. Buna gelen olumsuz tepkiler de doğal olarak yoğundu.
    Ne var ki bu tepkilerin ardındaki ideolojiler farklıydı. Geleneksel ve tutucu bir çevre bu çalışmalara kendi ideolojisine birebir ters düştüğü için doğal olarak karşı çıkarken, göreceliği (yani herkes kendi yağında kavrulmalı gibi bir görüşü) dünya görüşü olarak içselleştirmiş eliter postmodern bir çevre de (ki bunların içinde ne yazık ki tiyatrocular da azımsanamayacak kadar çok) bu çalışmaları ya önemsemiyor, dahası açıkça karşı çıkıyordu. Bundan birkaç ay önce İstanbul Üniversitesinde yaptığımız açık oturumda da dinleyicilerden gelen kimi tepkiyi, örneğin “Siz de kendi ideolojinizi dayatmak istiyorsunuz!” buna örnek getirebilirim. Çünkü bu tür bir tepkinin ideolojik bir saptırmadan başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğümüz bütün bu çalışmaları yönlendiren tek güç insan-, kadın-, çocuk- haklarına saygılı bir duruş . Türkiye’de yıllardır süregiden otoriter ve ezberci eğitim sistemine sanat ve tiyatro aracılığıyla karşı bir seçenek
oluşturmayı amaçlıyoruz. Kuşkusuz bu hiç de kolay değil, çünkü sorun sadece öğrenimde değil, kendini toplumun her alanında gösteren otoriter, baskıcı ve erkil yapılanmada odaklaşıyor. Bunun da yüzyılların getirdiği geleneklere dayandığını ve dünden bugüne değişmesinin kolay olmadığını biliyoruz. Ama en azından kendi koşullarımız, olanaklarımız ve birikimimiz çerçevesinde, bu alanda çaba göstermeye çalışıyoruz.
   
     
    [1] Nihal Kuyumcu, Augusto Boal Tiyatrosu, Ankara Kültür Bakanlığı yayınları 2001.