Die Gaste, SAYI: 7 / Mayıs-Haziran 2009

Oyundan Düşünceye
Oynayarak Öğrenmek
"Göçmenlerin Anadili Sorunu ve Çözüm Önerileri" Sempozyum Sunumu

Nihat BOZKURT




    “Sayın bayanlar baylar merhaba
    Sayın olmayan bayanlar ve baylar sizlere de merhaba
    Bindiği dalı kesenler
    Öksürüğe göre esenler
    Çabuk kırılıp küsenler
    Kendi yağlarıyla kavrulanlar
    El kapılarına savrulanlar, merhaba
    Merhaba bal börek
    Merhaba zehir zemberek.
    Konuşurken mangalda kül bırakmayanlar
    Halka talkım verip kendileri salkım yutanlar
    Dönme dolaplar çarkı felekler
    Sayın dönek, bay fırıldak
    ilericiler gericiler Hepinize merhaba…
    Merhaba özgürlük yolunda yaralanıp yitenler
    Merhaba bu yolda dökülüp bitenler
    Merhaba söylenmemiş en güzel söz
    Merhaba güzel Yarınlar.”

    Bir tiyatro sanatçısının dinleyenlerini selamlaması, böyle daha uygun olur düşüncesiyle, Aziz Nesin’den bir alıntıyla sizleri selamlıyorum.
    İnsan önce gördüğünü, duyduğunu tanımış sonra düşlerini yaratmıştır. Düşüncelerini ve duygularını anlatabilmek için önce harekete, sonra sese ve geliştikçe de söze bas vurdu insan.Kendi insanlığını ispatlayabilmek amacıyla söze, davranışa, inanca (büyüye) ne kadar gereksinme duymuşsa insan; güzelliği ve düşünceyi belli bir amaca, kendi kişiliğiyle yöneltme güdüsünü kullanmaya da o kadar önem vermiştir. Bundan şiir doğmuştur, yontu biçimlenmiştir, resim çizgilerine (renklere), müzik ölçülerine, dans ritmine kavuşmuştur.
    Ve TİYATRO bütün bunların özümsenmesiyle var olmuştur. Yani tiyatro bütün sanatsal becerilerin bileşimdir diyebiliriz çekinmeden. İnsanlar, ilkellerden günümüze, deneylerden üretilen birikimle bilimi oluşturmuşlardır. Bilimsel edinimlerin kuşaktan kuşağa aktarılması dizgesel bir EĞİTİMLE gerçekleşebilir ancak.
    İnsanın, insanlaş(tırıl)masında sanat eğitiminin çok önemli rolü vardır. Sanat eğitimi deneysel bir davranıştır. Deneyim öğretimi kolaylaştırdığı gibi, bireyin öğrenme durumuna etkin bir biçimde katılımıyla yaratıcı düşüncenin gelişimine de yardımcı olur.
    Güzel sanatlar eğitiminin eğitim bütünlüğü içindeki yeri üç nokta da toplanabilir :
    1. Düşünmeyi öğrenme ; 2. Kişilik gelişmesi ; 3. Bireye yaratıcılık yollarının açılması.
    Bunlar bir zincirin halkaları gibi iç içe girerler, bir birlerini bütünlerler.
    Yukarıdaki üç noktayı açarsak :
    a) Güzel sanatlar eğitimi bireye gözlem olanağı verir. Görsel düşünme, görme, duyma ve düşünme edimlerinin bileşimiyle oluşur, kolay öğrenmeyi sağlar. Güzel sanatlar eğitimi alan birey, çevresindeki nesnelerden yola çıkarak,onları aşarak diş dünya ile iç dünya arasındaki apayrı ilişkileri kurabilir.
    b) Güzel sanatlar eğitiminde öğrenme deneyler içinde oluşur. Daha çok deneme, değerlendirme ve yargı, yorum gücünü oluşturur. Bu yaratıcı bir eylemdir. Denemenin içinde yorum vardır. Yorum ile düşünceleri görselleştirme çabaları, kişiliği ve yaratıcı gücü geliştirir. Bireyi yaratıcı düşünceye yönlendiren etmen, deneme sürecindeki etkileşimidir.
    c) Güzel sanatlar eğitimi, duyguların, algıların eğitimidir. İnsanın algılama yeteneği doğuştan değildir, öğrenilir. Görsellik oluşturmak, görüntüyü okumak, okuma- yazma nasıl öğrenilirse öyle öğrenilir. Algılamada ayırt etme işlemi vardır. Gözlem yapma, algılama, düşünme, deneme, gerçekleme süreçlerini yaşayan kişi yaşantı varsıllığına ulaşır. Duyguları eğitilmemiş birey çevresinde olup bitene karsı duyarsız kalır, ilişkileri kopuk ve yüzeyseldir.
    Duyguların eğitimi insan bilincinin, zekasının ve yargı yeteneğinin temelini oluşturur.
    d) Güzel sanatlar eğitimi bireyin kişilik gelişimine de katkıda bulunur. Kişilik gelişmesi her insanın kendi eğilimlerine, yeteneklerine göre yetişmesi, yaşamda karşılaşacağı yeni koşullara göre izleyeceği yolu kendisinin seçmesi demektir.
    Oyun çıkarırken, oynarken, oynayarak yaparken yukarıda kısaca aktardığım nitelik ve özellikleri bünyesinde toplayan yaratıcı kişilik; öğrenmenin, üretmenin tadına vararak dili de öğreniyor, başka şeyleri de öğreniyor, hem de coşkuyla, severek…
    Simdi bastaki selamlama sahnesinden yola çıkarak uygulamaya değinelim.
    Selamlamada önümüze insan manzaraları serilmektedir. Birini ele alalım. Örneğin “El kapılarına savrulanlar”ı: Bu insanlar neden el kapılarındalar? Ülkelerindeki hangi ekonomik, politik ve başka koşullar onları el kapılarına savurdu? Hangi koşul ve şartlarda geldiler, getirildiler? Neler yasadılar, yasıyorlar? Mevcut durumları nedir? El kesesinden mevlit okutur gibi dağıtılan “insan hakları”(!) ve “demokratik haklar”la (!) araları nasıldır? Vb. Vb. Sorular, bir tiyatro uygulaması -üretimi- sırasında önce sahnedekilerce, sonra sahnedekiler ve izleyenle birlikte defalarca sorgulanır. Sorular soruları getirir, her yeni cevap için araştırmak, öğrenmek ihtiyacı doğar. Her doğum yeni bir hayattır, hayat akıp gitmektedir.
    Yeni gereksinimler, onların karşılanması, sürekli devinim. Tiyatro bu devinim içinde kendini yenilemek zorundadır, çünkü tiyatro bir yasam biçimidir.
    Tiyatro dünyayı yorumlama biçimdir.
    Bir başka örnek. Tuncer Gücenoğlu’nun “KADINCIKLAR” oyununun sahnelenmesi sırasında; genelev de çalışan -satılan- kadınların giysilerinin kısalığı üzerine; çarşıda satılan elmaların üzerinin örtülerek mi, yoksa silinip parlatılarak mı satılıyor olmasından, devletin bir genelev patronuna “vergi rekortmenliği ödülü” vermesine kadar geniş bir yelpazede üç saat boyunca tartışılmıştır. Tartışanlar oyunu kotaranlar ve provayı izleyenlerdir.
    Oynadığımız bütün oyunlar yer elverişli olduğu sürece, daha önceden izleyenler haberdar edilerek, oyun bitiminde izleyenlerle tartışılarak adeta tekrar bir daha oynanmıştır.
    Tabi ki bu tartışmalar ana dilimizde yapılmaktadır. Konuşanlar doğal olarak dillerini geliştiriyorlar.
    Tiyatro bir dilin düzgün ve anlaşılır kullanıldığı, konuşulduğu bir yerdir. Sahnede konuşan kendisini anlaşılır kılabilmesi için düzgün, ölçülü, vurgulu, etkili, anlaşılır bir konuşmayı gerçekleştirmek zorundadır. Böyle bir konuşmayı duyan insan, o dilin melodik yönüyle etkilenip, o dili sevecek, kendi de düzgün konuşabilme gayreti içine girecek, okuyacak, öğrenecektir...
    Sahne gerçekliği ile hayatın gerçekliğini anlatmaya çalışan tiyatronun dil öğrenimindeki işlevi unutulmamakla beraber, tiyatronun esas işlevi: Bizim dışımızda zaten varolan doğanın dönüşümüne, gelişimine olumlu etki yapabilmektir; bu dönüşümü insanlar aracılığıyla hızlandırmaktır. Çünkü “Tiyatro dünyayı değil, onu değiştirecek olan insanı değiştirir. İnsanla İNSANI yaratır” tiyatro.
    Yasaları evrenseldir. Değişir, gelişir, başkalaşır. Düşünceyi bir gökyüzü olarak kullanır, akıl suyudur onun, toplumlar toprağı…
    Düşüncesi, akli, toplumu olmayan tiyatro yok olur. Ya da hiç var olmaz.
    Bu yüzden tiyatro bir doğadır.
    Tiyatro bir bilimdir.
    Hem öyle bir bilim ki; tüm bilimleri kullanır kendi güzelliği ve anlamı için. Çünkü tüm bilimler İNSAN’a yöneliktir. Onun yücelmesini ister, geleceğine dönüktür. Demek ki insanı okumak gerekir. Öğrenmek ise, bilimin kitaplarından, deneylerinden, araştırmalarından geçer.
    Tiyatro okumak, öğrenmek, denemek zorundadır. İNSAN’ı tüm yönleriyle, değerleriyle, zayıflıklarıyla, kandırılmışlıklarıyla… Bir laboratuar gibi… Bu yüzden tiyatro bir bilimdir.
    Böylece tiyatro sanatının bilgilendirici, aydınlatıcı, dünya görüşü bakımından devindirici bir İSLEVE sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Tiyatro, görevini işlevselliği ile olduğu kadar, sanatsallığı ile de yerine getirmiştir. Gerçeği öğrenmekle elde edilen bilgi birikimi, güzelden alınan tadın heyecansal etkisi el ele vermiş insanı güçlendirmiştir.
    Tiyatro bilimdir. Bilim taraf tutar. (dünyanın “öküzün boynuzları üstünde” olmadığını, bilim ispat ve tespit etmiş ve safını belirlemiştir) Bilim insanı, bilinçli insanda taraf tutmak zorundadır. Tepki doğal, içgüdüseldir. Duyarlık insana aittir. BİLİNÇ, sorumluluk ve duyarlıktır. Ötesi hayvana ve ota aittir. Tarafsızlık, gönüllü çürümedir, kimliksizliktir.
    İnsan az, çok fark edendir. Fark eden ve ama kendini erteleyen insan, kaybolmanın güvenli sarhoşluğu içinde, sürüye katılır. Sonuçta güdülmeye layıktır. Aşağılık duygusuna kapılmak için hiç bir neden yok. Eğer bilime, bilgiye, sağlıklı düşünceye, kısaca bilinçli insana ve bilimsel dürüstlüğe saygımız varsa, başarmak olsa olsa bizim yazgımız olur.
    Sözlerimi Augusto Boal’in 27 Mart 2009 “Dünya Tiyatro Günü” için yazdığı bildiriden bir bölümle bitiriyorum.
    “Olayları incelediğimizde bütün toplumlarda, etnik gruplarda, sosyal sınıflarda ve kastlarda ezen ve ezilen insanları görürüz; gördüğümüz adaletsiz ve zalim bir dünyadır. Başka bir dünya yaratmak zorundayız, çünkü bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Kendi yaşamamızda ya da sahnede oynayarak bu başka dünyayı var etmekse bizim ellerimizde. Başlayacak gösteriye katılın ve dostlarınızla eve döndüğünüzde kendi oyunlarınızı oynayın, gözünüzün hiç görmediğine dönüp bir bakın; apaçık olana. Tiyatro sadece özel bir etkinlik değil, bir yaşam biçimidir. Hepimiz oyuncularız; yurttaş olmak bir toplumda yaşamak değil, o toplumu değiştirmektir.”


    Not: Bu çalışmamda ürünlerinden yararlandığım, Oben Güney, Özdemir Nutku, Nazan İpşiroğlu, Zehra Nazan İpşiroğlu, Hatice Bengisu, Mine Ergen ve Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’e teşekkür ederim.