Die Gaste, SAYI: 8 / Temmuz-Ağustos 2009

Evde Çocuğumuzla Türkçe Konuşacak Kadar
Aptal mıyız?


İhsan TOPRAKLI



Die Gaste 8. Sayı / Temmuz-Ağustos 2009/ Resim: Deniz, 5 yaşında

“Evinizde çocuğunuzla Türkçe konuşun” demek, görüleceği gibi, tek başına yeterli değildir ve sorunu (eğer Almanca öğrenilmesi bir sorun ise) da çözmemektedir. Asıl olan, anadili üzerine inşa edilmiş yabancı dil ediniminin belli bir sistematik ve program çerçevesinde sağlanmasıdır. Bu yapılmadığı sürece, “evinizde çocuğunuzla Türkçe konuşun” yönergesi, Almanya’da yaşayan ve yaşamak zorunda olan aileler için başlı başına bir handikap oluşturur.
    Bugün açıktır ki, anadili (Türkçe) üzerine inşa edilmiş yabancı dil (Almanca) öğrenimi ve edinimine ilişkin bir program, bir sistematik mevcut değildir. Aile tarafından evde uygulanabilecek böylesi bir program olmadığı sürece de, ailelerin bu konuda yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Her durumda sonuç “iki yarım dillilik” olacaktır.

    Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her durumda Almanya Türkiyeliler için bir diğer yurttur. “Öteki yurt”, kimi zaman sadece yıllık izinde gidilen bir “turistik yer”, kimi zaman “anavatan”dır. Ama her durumda yaşanılan ülke, yani Almanya vareden ve yaşanılan yerdir. Bu yer, “konuk işçi”likten “göçmenliğe” ve Alman vatandaşlığına geçişe kadar uzanan “esas” ülkedir.
    Böyle olunca, Almanya’daki sorunlar giderek yaşamın her alanında hissedilmeye başlanılır. Para biriktirmekten “öteki yurt”ta ev vb. satın almaya kadar her şey Almanya’nın sorunu haline gelir. Bir bakıma “yaratan ve vareden ki Almanya”dır, onun hakkında sorgu sual bile eylenemezken, sorunlar giderek hisler dünyasından gerçek duyulur dünyada görülür olmaya başlar.
    Düşük ücretle çalıştırılmak için getirilmiş insanların, düşük ücrete rağmen “Allaha çok şükür, ülkedekinden daha iyiyiz” diyebilecek durumda olmaları, sorunların duyulur ve görülür olmasıyla pek de bağdaşmaz. Yine de Almanya’ya “toz kondurtmamak” gerekir. Almanya’da yaşanılacaktır, dolayısıyla buraya “uyum” sağlanması şarttır!
    Alman hıristiyan demokrat politikacılarının “entegrasyonun en temel şartı Almanca öğrenmektir” diyerek yeri göğü inlettikleri bir zamanda, ister istemez “evinizde Türkçe konuşun”la özetlenen anadilinin iyi bilinmesinin yabancı dili öğrenmede belirleyici olduğuna ilişkin savlar da pek ciddiye alınmamaktadır.
    Şüphesiz bu savın bilimsel içeriği, toplumsal deneyimlerle kanıtlanmış olması fazlaca önemli değildir. Önemli olan Almanya’dır ve Almanya’da yaşayabilmektir, işe girmektir. Bir kaç sözcük dışında hiç Almanca bilmeden çalışmak durumunda olanların (birinci kuşak özellikle) nelerle karşılaştıkları, nasıl aldatıldıkları, nasıl en düşük ücrete boyun eğmek zorunda kaldıkları ise, bir “efsane” gibi kulaktan kulağa yayılmıştır. Bu “efsane”den çıkartılan sonuç ise, kendi çocuğuna ilişkin olarak, “burası Almanya, Türkçeyi öğrenip de ne yapacak” şeklinde ifade edilen “felsefe”dir.
    Uzun yıllar ve hala Alman yetkilileri tarafından olduğu kadar Türkiyeli “aydınlar” tarafından da hararetle savunulan bu “felsefe”, bilinmeyen ya da çat-pat bilinen bir kaç sözcükle evde çocuklarla Almanca konuşmanın da altyapısını oluşturmuştur.
    Yine de “Allahtan umut kesilmez”! Bu egemen anlayışın dışında, anadilinin yabancı dil öğreniminde belirleyici olduğuna inanan, Türkçeyi iyi bilen çocukların Almancayı daha kolay ve daha iyi öğrendiklerini düşünen bizim gibi insanlarımız da var.
    Bizler, yani Türkçeyi iyi bilen çocukların Almancayı daha kolay ve daha iyi öğrendiklerine inanan ve düşünen insanlar, bu düşünce ve inançla evde çocuklarla Türkçe konuşuruz. Her ne kadar konuştuğumuz Türkçe, dilbilimsel anlamda Türkçe olmasa da, günlük Türkiye Türkçesiyle çocukla iletişim kurulur, çocuğa yeni şeyler öğretilmeye çalışılır, terbiye edilir, gelenek ve görenekler öğretilir.
    Evde Türkçe konuşma kararlığına rağmen, çocuk yaklaşık üç yaşında kindergarten’e gönderilir. Bu, bir iş zorunluluğudur. Kadın çalışmak zorundadır ve erkek zaten çalışmaktadır. İster istemez çocuğun iş saatlerinde bakımı sorun olacağından, kindergarten bu sorunun çözümüdür.
    Kindergarten
’e giden çocuk, evde konuşulan Türkçe’den başka dil (Almanca) bilmediğinden, diğer çocuklarla iletişim kuramaz, en iyi durumda kurmakta zorlanır. Bir yerde anne-baba, kindergarten’e giden çocuğun “tercümanı” olur. Evde Türkçe konuşulmasından yana tutum almış anne-baba, ister istemez çocuğun belli oranda Almanca öğrenmesi gerektiğini düşünmeye başlar. Hem “biraz” Almanca öğrenmesi Türkçesine “halel” getirmeyecektir! İster istemez anadilini iyi bilen çocukların yabancı dili daha kolay ve daha iyi öğrendiğini düşünen anne-babalar, biraz Almanca, çokça Türkçe’den oluşan bir “karma dil” kullanmaya başlarlar. Bu “karma dil”de, çocuğun yaşıyla orantılı olarak yalın bir sözcüksel kullanımdan başka bir şey değildir. Sözcükler konuşulur... bazıları Almanca, çokluğu Türkçe.
    Böylece anadilini iyi bilen çocukların yabancı dili daha kolay ve daha iyi öğrendiğine inanmış ya da kabul etmiş anne-babalar, sözcüğün tam anlamıyla, “iki yarım dilli” bir “lisan”ın gelişmesine katkıda bulunurlar. Ama yapabilecekleri başka bir şey de yoktur, ellerinden gelen başka şey de.
    “Evinizde çocuğunuzla Türkçe konuşun” demek, görüleceği gibi, tek başına yeterli değildir ve sorunu (eğer Almanca öğrenilmesi bir sorun ise) da çözmemektedir. Asıl olan, anadili üzerine inşa edilmiş yabancı dil ediniminin belli bir sistematik ve program çerçevesinde sağlanmasıdır. Bu yapılmadığı sürece, “evinizde çocuğunuzla Türkçe konuşun” yönergesi, Almanya’da yaşayan ve yaşamak zorunda olan aileler için başlı başına bir handikap oluşturur.
    Bugün açıktır ki, anadili (Türkçe) üzerine inşa edilmiş yabancı dil (Almanca) öğrenimi ve edinimine ilişkin bir program, bir sistematik mevcut değildir. Aile tarafından evde uygulanabilecek böylesi bir program olmadığı sürece de, ailelerin bu konuda yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Her durumda sonuç “iki yarım dillilik” olacaktır.
    Bugün (Türkiye’den göçün başladığı günden itibaren), Türkçe bilgisi üzerinden Almanca öğrenimine yönelik, asıl olarak aile içinde ve aile tarafından yürütülecek pratik bir program mevcut değildir. Böyle bir program olmadığı gibi, böyle bir programın oluşturulması için de herhangi bir ön hazırlık, girişim vb. de bulunmamaktadır. Alman eğitim sisteminin çocuğun öğrenim maliyetini büyük oranda aileye yüklemeye yönelik tutumu, kaçınılmaz olarak Almanca öğrenimin maliyetini ve sorumluluğunu aileye yıkmaktadır. Ama aile, izleyebileceği ve uygulayabileceği bilimsel ve eğitimbilimsel bir dil edinimi programına, anadili üzerinden yabancı dil edinimi programına sahip olmadıklarından ve böyle bir programı kendi bilgi ve deneyimleriyle oluşturma olanağına da sahip olmadıklarından, “evinizde çocuğunuzla Türkçe konuşun”la özetlenen (ve genellenen) görüş karşısında kendisini çaresiz hissetmektedir. Bu durumdaki aile, başka aileler tarafından (“Burası Almanya, Türkçe öğrenip de ne yapacak” diye düşünen aileler) “aptal” olmakla, “başkalarının” sözüne inanmakla suçlanabilmektedir.
    Ama daha da vahim olanı, Türkiyeli ailelere bu “akıl”ı veren eğitim görmüş Türkiyelilerin, verdikleri “akıl”a uymayarak, kendi evlerinde çocuklarıyla Almanca konuşmalarıdır. (Talkım-salkım esprisi.)
    Gerçekte yapılması gereken ise, bu “akıl”ı veren, ama kendi özelinde buna uymayan eğitim görmüş Türkiyelilerin (akademisyen vb. olmaları çok önemli değildir) verdikleri “akıl”a uygun olarak pratik bir eğitim programı oluşturmaya çalışmalarıdır.
    Bugün Türkiyeli insanların temel gereksinimi, aile içinde ve çocuğun ilkokul yaşına gelene kadar uygulayabilecekleri bir Türkçe üzerinde yükselen Almanca öğrenim programıdır. Böyle bir programın yokluğu, elbette, ilkokul düzeyine kadar ve ilkokul düzeyinde Alman eğitim sisteminin de böyle bir programdan uzak duruşuyla belirlenmektedir. Ancak sorun, eğitim-içi bir dil edinim programı değil, aile içi dil edinim programıdır. Böyle bir programın oluşturulması, ne denli uzmanlık istese de, Alman eğitim sisteminin olanaklarının dışında gerçekleştirilmek durumundadır. (Bu, Alman eğitim sisteminin ve kurumlarının bu yöndeki çalışmaları desteklemelerinin gerekmediği anlamına gelmez.)
    Artık Türkiyeli ailelerin çocuklarının, anadilinden Almancaya geçişi sağlayan, dolayısıyla anadilinde edindikleri bilgi ve kültürü Almancaya aktarmalarını ve Almanca olarak ifade edebilmelerini sağlayan bir eğitim programına sahip olmalıdırlar. Aksi halde, ilkokul yaşına gelen Türkiyeli çocuk, o zamana kadar aile ortamında edindiği bilgi ve kültürü okul eğitimine aktaramamakta, doğal olarak da aynı yaştaki ve kendi aile ortamında edindiği bilgi ve kültürü okul eğitimiyle birleştiren Alman çocuklarından çok daha geri bir düzeyde eğitime başlamak zorunda kalmayı sürdürecektir.
    Görev, Türkiyeli ailelerin kendi ortamlarında çocuklarını eğitmeleri ve Almanca öğrenmelerini sağlamaları için anadili üzerine inşa edilmiş bir programın oluşturulmasıdır. Bu görev, ertelenebilir olmaktan çoktan çıkmıştır.