Die Gaste, SAYI: 8 / Temmuz-Ağustos 2009

Göç Tarihinden Bir Kesit


Ozan DAĞHAN



    İlk dönemden günümüze kadar gelen süreçte yaşanılan ve yaşanmakta olan tüm sorunların ilk sırasında hemen her zaman “dil sorunu” da yar almıştır. Günlük yaşam içinde temel ihtiyaçların karşılanabilmesinden, hastalık durumunda derdini anlatabilmek ve gerekirse rapor almaya, işyerlerinde yerli ve diğer ülkelerden gelen işçilerle iletişimden yeni ve daha iyi çalışma koşullarında iş aramaya olduğu kadar, toplumsal yaşamda bir insanın diğer bir insanla konuşma gereksinimini yerine getirmede araç olan dil, göçmen işçiler açısından haksızlığa uğramanın temeli olmuştur.
    II. Dünya Savaşında yıkılan Avrupa’nın imarından sonra yeni yatırım ve yeni pazar alanları arayışı “üçüncü dünya” ülkelerdeki ucuz işgücünden yararlanma amacıyla Batı-Avrupa ülkeleri ucuz işgücü alımına yönelmişlerdir.
    Dışişleri Bakanlığı’nın 30 Ekim 1961 tarihli Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması ile Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçü başlamıştır. Beslenme, giyinme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı, hayat pahalılığının giderek arttığı, geçim sıkıntısın hat safhalara ulaştığı ve iş olanaklarının çok az olduğu koşullarda Almanya insanlarımız için bir “umut kapısı” olarak görülmüş ve “el kapılarına” göç etmişlerdir.
    Almanya’nın ufku bile görünmezken, her türlü insanlıkdışı muameleye maruz kalma pahasına, zorunlu olan sağlık testleriyle karşılaştılar. Bu testlerden geçmek için çok bedeller ödendi. İnsan onurunu yerden yere vuran bu muayenelerin tek amacı, seçilmiş işçilerin uzun süre sağlık sorunu yaşamadan bir iş yerinde çalıştırılabilmeleriydi.
    Yaşları 25-40 arasında değişen bu insanlar, en verimli yıllarını bir başka ülkede, işgücünü en ucuza satarak o ülkenin yeniden inşasına ve gelişimine katılmak zorunda kaldılar. Eğitim ve öğretimini tamamlamış birer yetişkin insan olarak, Batı-Avrupa kapitalizmine sıfır maliyetle, fabrikalarda, maden ocaklarında, yerli işçilere göre çok daha düşük bir ücretle, zor çalışma koşullarında, horlanarak ve ikinci sınıf insan muamelesi görerek, ayrıca her türlü toplumsal yaşamdan yoksun bir hayat…
    Genel olarak bakıldığında geçim sıkıntısı ve iş olanaklarının yetersizliği temel nedenler gibi görünmektedir. Fakat İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun 1974’teki anketine göre, gidenlerin %94,54’ü bir işte çalışmaktayken, sadece %5,46’ı işsiz durumundadır.1 Bu oran, Batı-Avrupa ülkelerinin öncelikle vasıflı işçileri talep etmesi olarak açıklanırken, gidenlerin %45,14’ünün kendi hesabına çalışanlardan oluşması gerçeğin daha farklı olduğunu göstermektedir.2 Kendi hesabına çalışanların yüksek oranı (%45,14), işgücünü satarak daha iyi yaşam koşullarına ulaşma hayalinin yurtdışı işgücü göçünde etkin bir unsur olduğunu göstermektedir.
    Batı Almanya İstanbul İrtibat Bürosu Müdürü Hermann Henke, 1972’de şunları söylemiştir: “En kabiliyetli ve en kalifiye işgücünü takdime hazır bulunduran, ilaveten bunların yurtdışına çıkış işlemlerini kolaylaştıran memleketler, Alman firmalarının isteklerinde bilhassa tercih edecekleri memleketler olacaktır.”3
    Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya ve İsviçre’ye işgücü talebini karşıma amacıyla gönderilen/giden “konuk işçiler” en kötü çalışma koşulları altında çalıştırılmaya başlandı. 1965-1971 yılları itibariyle yurtdışına giden işgücünün istihdam edildikleri sektörlere dağılımı şöyleydi: metal işkolunda %40,8, imalat sanayinde %21,9, inşaat sektöründe %17,3, madenlerde %9,6 ve ziraat, ticaret, nakliyat ve hizmet alanlarında ise %10,2.4 Görünen o ki, “konuk işçiler” en zor ve tehlikeli iş alanlarında çalıştırılmak için getirilmiştir. Bu durum karşısında göçmen işçilerin elleri kolları bağlı kalmış ve boyun eğmeye itilmişlerdir.
    İş koşullarından hoşnutsuzluklarını ilk kez 1973 yılının Ağustos ayında, “Yıldırım Grev” olarak bilinen ve Türkiyeli işçilerin toplam işçilerin %32’sini oluşturduğu Ford fabrikasındaki “lanetli band”a karşı göstermişlerdir. Türkiyeli işçilerin %90’nın çalıştığı “lanetli band”da yeterli yedekçinin hazır bulundurulmaması, “band” hareketli iş tezgâhı sisteminin hızlandırılması, on kişinin yaptığı işi önce sekize, daha sonra beş kişiye indirmesi, Türkiyeli göçmen işçileri greve zorlamıştır.
    Bu tür sorunların üstesinden gelinememesinin nedeni, toplumsal birlikteliğinin güçlenmemesi, toplumsal haklarda bilgisizlik, ekonomik talebin ortaya çıkmaması, Türkiyeli göçmen (işçi) sınıfının sendikal mücadele alanındaki örgütlenme anlayışının gelişmemesi ve toplumsal bilinç düzeyinin düşük seviyelerde bulunmasıdır. 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen İnsan Hakları Bildirgesi’nin 23. maddesinin 3. paragrafı, “Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yollarıyla da desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.”
    İlk dönemden günümüze kadar gelen süreçte yaşanılan ve yaşanmakta olan tüm sorunların ilk sırasında hemen her zaman “dil sorunu” da yar almıştır. Günlük yaşam içinde temel ihtiyaçların karşılanabilmesinden, hastalık durumunda derdini anlatabilmek ve gerekirse rapor almaya, işyerlerinde yerli ve diğer ülkelerden gelen işçilerle iletişimden yeni ve daha iyi çalışma koşullarında iş aramaya olduğu kadar, toplumsal yaşamda bir insanın diğer bir insanla konuşma gereksinimini yerine getirmede araç olan dil, göçmen işçiler açısından haksızlığa uğramanın temeli olmuştur.
    Dil bilmediği için kullanılan üretim araçlarının işlevi hakkında bilgi edinememesi, bir çok iş kazalarının ölümle sonuçlanmasına yol açmıştır. İş kazaları %38’i madeni eşya kolunda, %30’u inşaatta ve % 32’si diğer iş kollarında ortaya çıkmıştır. 1968-1973 yılları arasında 5.260 ölüm olayı gerçekleşmiştir. Ölüm olaylarının %50,2’si ecel, %14,6’sı iş kazası, %3,9’u cinayet ve %1,3’ü intihar olarak kayıtlara geçmiştir.5 Eceliyle ölen 2.642 işçinin yurtdışında çalışma talebinin onaylandığında (belirttiğimiz gibi), bir çok sağlık kontrollerinden geçmiş olursa (üstelik doğrudan Alman doktorlar tarafından), daha sonraki yaşam koşullarının ne denli insan sağlığına uygun olduğunun tartışılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Açıktır ki, bu ölümlerde, yetersiz beslenme, barınma ve sağlıksız çalışma koşulları, bulanımlar ve psikolojik baskılar (intihar ve cinayetten ölen 275 kişi) önemli bir neden oluşturmaktadır.
    Bugün ilk kuşak dedelerimizin hangi koşullarda ve nasıl yaşadıklarını hiç bilmiyoruz, bilenler de bunları unutmaya çalışmışlardır. Açıktır ki, bilinememezlik ve unutulmuşluk içinde, göç tarihimizin derinliklerinde gizlenmiş pek çok gerçek bugünün toplumsal ilişkilerini belirlemektedir. Bugünü anlamak için dünü tüm gerçekliğiyle bilmeye ve öğrenmeye gereksinim var. Bu kısa yazının amacı, bu gerçeklere bir nebze de olsa ışık tutmak değildir. Amaç, sadece nereden ve nasıl gelindiğini, gelindikten sonra “dilsiz” olarak nasıl bir çalışma ve yaşam koşulları içinde bulunulduğunu bilmenin ve öğrenmenin gerekli olduğunu göstermekten ibarettir. Diyebiliriz ki, “göç tarihi” üzerine uzun ve resmi nutuklar atmak ya da “göç tarihi müzesi” kurmak fazlaca bir şey ifade etmemektedir. Asıl olan, bu tarihin konuşmasıdır, üstelik ana dilinde.



    Dipnotlar:
    1 İş ve İşçi Bulma Kurumu Yayın No: 114, Yurt Dışındaki Türk İşçileri ve Dönüş Eğilimleri.)
    2 Türkiye’den yurtdışına çalışmaya gidenlerin 1974 yılındaki dağılımı şöyledir: %3,26’sı işveren, %45,14’ü kendi hesabına çalışan, %40,97’si ücretli çalışan ve %9,90’ı ise ücretsiz aile işçisi. (agy)
    3 İş ve İşçi Bulma Kurumu Yayın No: 87, 1972 Çalışma Raporu.
    4 İş ve İşçi Bulma Kurumu Yayın No: 118.
    5 İş ve İşçi Bulma Kurumu Yayın No: 111, s. 50.