Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • ÖNCEKİ YAZI
  • SONRAKİ YAZI
  • 39. Sayı / Kasım-Aralık 2015



    Die Gaste 39. Sayı / Kasım-Aralık 2015

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN: 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com

    “Hoşgeldin Kültürü”ndeki
    Çelişkiler
    [Widersprüche der „Willkommenskultur“ ]



    Prof. Dr. Franz HAMBURGER






        Almanya’da Hoşgeldin Kültürü üzerine konuşmalar son birkaç yılda arttı. Böylelikle aktif bir göç politikasına ekonomi tanıtımı eşlik etti ve başından itibaren varolan bir iç çelişkiydi zaten. İşgücü, sadece insanlar sevildiğinden ya da konuk olarak ağırlanmak için değil, o insanların işgücüne gereksinim olduğu için isteniliyor. Bu gariplik ve belirsizlik “konuk işçi” kavramının oluşmasında da belirleyici olmuştur. O sadece ve yalnızca işçi olmalıydı, ama gereksinim kalmadığı zaman da geri gönderilebilinmeliydi. Ayrıca "Hoş Geldiniz", geçici bir zamanı ya da geçici bir çalışma süresini kapsayan konukseverlik anlamına da gelir. Bu kavram, konukseverliği işgücünün kendisine bıraktığından doğru da sayılabilir.
        1955-1973 arasında işgücü piyasası politikalarının alım aşamasında 13 milyon işçi ülkeye girmiştir ve 11 milyonu geri dönmüştür. Yaygın görüntünün tersine rotasyon yaklaşımı başarılı olmuştur. Sonraki yıllarda işgücü göçü piyasa koşullarına göre yürütülmüştür. Bu sürede konuk işçiler doğudan geliyorlardı. Şimdi ise mevsimlik işçiler, her bölgede sebze yetiştiriciliğinde ya da işgücü gereksinmesi olan başka alanlarda çalışmak için Doğu Avrupa’nın her ülkesinden geliyorlar. Sonuçta, son on yılda çokluk genç, akademik eğitimli, özellikle tıp alanındaki insanlar göç etti. İşçi alımının durdurulduğu dönemde sadece aile birleşimi dinamiği çatışmaya yol açtı. Max Frisch’in “işgücü çağrıldı, ama insanlar geldi” sözleri durumu tam olarak özetlemektedir ve doğru bir vurgu yapmaktadır. 1970’lerin ortalarından itibaren yeni kuşak göçmenlerin ekonomi için gerekli eğitimi almamış olmaları temel bir engel oluşturmaktadır. Bugüne kadar yıllarca demografik nedenlerle ülke dışından aranan işgücü gerçekte çok uzun süredir ülke içinde bulunmaktadır. Bunlara fazlaca önem verilmemiştir. Ekonomi sürekli meslek eğitimi yerlerini azaltmıştır; şimdi işyerlerinin sadece %17’si meslek eğitimine olanak sunmaktadır. Ve şimdiki yeni ilticacı yaklaşımında yer alan 1-2 yıl Almanca dersi, sonra meslek eğitimi ve ondan sonra da iş ve para sahibi olma planı yanlış bir uygulamadır. Çünkü onların ailelerine karşı olan yükümlülüklerinden dolayı bu uzun yolda sonuna kadar gidemezler. Ayrıca çokluk rağbet görmeyen, örneğin gastronomi ve turizm gibi mesleklere, genç kişilerin eksik olduğu ya da sömürü ilişkisinin tipik branşlarında çıkarlık ilişkisinin kolayca iptal edildiği alanlara sokulmaktadırlar.
        Hoşgeldin kültür konuşmalarına kültürler arası açılım talebi eşlik etmiştir. Kültürler arası açılım belirlemesi, hoşgeldin kültür kavramına göre biraz daha somuttur: Göç kökenli insanlar deneyimleriyle giderek idarenin işyerlerine ve tüm diğer kuruluşlara katkıda bulunurlar. Bunun için farklı kültürden insanlar arasında iletişim yeteneği olarak “kültürlerarası yetkinlik” gereklidir, kurumsal gelişim programları yeniden yazılarak ve farkındalık teorileriyle tamamlanmalıdır. Bununla birlikte, kültürlerarası açılım, bütün azınlıkları ve her türlü ayrımcılığı içiren genel bir farkındalık terminolojisinin bir parçasıdır. Bu durumdan en çok şirketlerin kazançlı çıktığı kanıtlanabilir, çünkü azınlıklar yaratıcı güçlerini de beraberlerinde getirmektedirler ve ayrımcılık süreçlerinin azalmasıyla kazancı azaltan sürtünme alanları da azalmaktadır.
        Hoşgeldin kültüründe ve kültürlerarası açılımda, başlangıç araçlarının ve kuralcı unsurlarının birbirine karışması kesinlikle atipik bir durum değildir. Yabancıyı almak ve kabul etmek insansal bir erdemdir; yabancı hem işe yaramalı hem de zenginliği artırmalıdır. Ayrıca bu durumdan yabancının kendi çıkarları da vardır, sonuçta, eğer iş piyasası açısından bakılacak olursa, kendi istekleriyle gelirler. Ancak son haftalarda, 2015 yılının sonbaharında, uzun uzun konuşulan hoşgeldin kültürünün iki tarafında da bir dağılma söz konusudur. Hoşgeldin için yurttaşlar, hoşgeldinin sınırlandırılması için medya ve politika araçtır. Ve bunların arasında belediyeler ve eyaletler, en azından ilticacıların biraz düzgün bakımla ayakta kalabilmeleri için yüksek baskı altında çalışıyorlar. Her yerde olduğu gibi engeller olabilmektedir. Daha hızlı ve uygun konaklama yerlerinin kaçınılmazlığı, ama duruma bakıldığında, Almanya’da böyle durumlara, kısa sürede yüksek göç oluşmasına ilişkin özel kurumlar yoktur. Başka işleri yokmuşçasına belediyelerin, yurttaşların, yardım kuruluşlarının ve yerel yönetimlerin zoraki de olsa faaliyetlerini kabul etmek gerekir.
        Diğer taraftan sorunun çözümüne ilişkin, asıl nedenlere ulaşılamadığı için olmayan çözümlere ilişkin sözler verilmektedir: Bunlar da sadece göç sürecini provoke etmeye hizmet etmektedir. Mültecilerin militanca savunması sadece umutsuzlukları güçlendirir; hatta daha çok da umutsuz durumdan kaçma isteğini artırır. Merkel’in Orta Avrupa’ya açılan kale gibi sözleri de onlardaki yargıya yaygınlaştırıyor. Afrika’dan gelen göçmenlerde ve Suriye ile Afganistan’dan gelen iç savaş mültecilerinde, her ne kadar komşu ülkelerde geçici yer bulsalar da, göçü daha hızlı başarmak için baskı oluşturmaktadır. Ayrıca kaçış masrafları daha da pahalılaşması mafyanın kısa sürede zenginleşmesini sağlayacaktır ve kendi ülkeleri de hızla yoksullaşacaktır. Almanya’daki kamuoyunun dikkati günlük değişken sorunlara yönelerek yapısal koşulları gözden kaçırmaktadır. Aynı zamanda kısa sürede nedenlerin değişmeyeceği düşünülerek teslimiyet yayılıyor. Bu durum en çok bununla ilgilenen yurttaşlarda yayılan bir zehir gibi “yapılanların boşuna olduğu” düşüncesini oluşturmaktadır. Kamuoyu tartışmalarında bunun tersinin sesi yükselmektedir. Toplumun morali (“ilticacılar Hırvatistan’ı ezip geçiyor”, “mülteci sorunu keskinleşiyor” vb. sözlerle) yükseltilmektedir. Aksi halde geniş, ama duygusal bir yardımseverlik egemen olurdu. Bu nedenle içinde bulunanlar tehdit altındadır. Irkçılık raporları, şiddet içerdiğinden, yurttaşların sorumluluğunda olmayan haber unsuru olarak kabul edilmektedir.
        Bugünkü tartışmalarda aşağıdaki dört etmen benim için özellikle önemlidir:

          1. Yasalarda ve siyasetteki karışıklık çok ciddi bir sorundur. Bir yanda işgücü piyasası ve göç politikası, diğer tarafta temelde onlardan farklı bir mantık izleyen iltica politikası. Bu sadece değişik yasa alanlarını içermiyor. Federal Almanya 1955’ten itibaren iş piyasası politikasını başarıyla yürütmüş, kendi yararına ve tümüyle faydacı düşüncelerle tasarlanmış göçü kullanmıştır. Bu az ya da çok çatışma ve sorunlarla bağlantılı olsa da, genelde başarılı olmuştur. İş piyasasının her zaman kullanacağı işgücü de her zaman var olmuştur. Almanya’da sözde entegrasyon, en azından diğer Avrupa ülkelerine göre, başarılı olmuştur. Göçmenler, geri dönüşe zorlanarak, toplumun alt bölümündeki mütevazi yerleriyle ve benzeri süreçlerle kendilerine düşen bedeli ödemişlerdir. Bu politika ve bunun için uzun yıllardır sürdürülen ekonomik coşku propagandası yaşlanan bir ülkenin çıkarları için hızlandırılmaktadır. Zaten Süssmuth Komisyonu, 14 yıl önce, iş piyasası politikasının insani sonuçlarını dikkate alan geniş bir öneri ortaya koymuştu. Ve yıllardan beri yazmaktan parmakları yorulan “Pro-Asyl”in Afrika’ya göçmenlik için koridor açma talebi ise, bu ülkede uzun vadede işgücü piyasası sorunlarının yönetilir olması ve aynı zamana Afrika ülkelerindeki göç baskısının azaltılması yönündedir. Bu ve benzeri talepler reddedilmiş ve tepki gösterilmiştir. Ve Bavyera’daki ırkçı budalalar tarafından ya da Rheinlandpfälz’daki muhalefet liderleri tarafından hala bu tepki gösterilmektedir. Onların sözleri çoklukla “ilkel popülizm” kategorisinde yer alabilir.
          Ama mülteci politikasının iş piyasasının çıkarlarıyla ilgisi yoktur. Anayasa ve 1953’te Alman yasası haline getirilmiş olan Cenevre Mülteci Sözleşmesi, münhasıran insani ve insan hakları dürtüsüyle hareket etmiştir. Bunda insanlık için kısıtlayıcı koşul yoktur. Belki de kişinin kendisi yorgunluğunu talep edebilir. Son üç hafta içinde haberlerden önce, mülteci sorununa ilişkin, Oktober Fest’in ve uluslararası otomobil fuarının açılışına ilişkin üç reklam spotu görene kadar bu dikkatimi çekmemişti. Kuşkusuz, iş piyasasında yıllardır çalınan göç davulu mültecilerin kabul edilmesini de kolaylaştırır, ama yine de tehlike altındadır. Çünkü yetkililerce hızla sona erdirilebilinir. 28 Ağustos’ta Suriyeli mülteciler için Dublin Sözleşmesi’nin sona erdirilmesi tam da bu politikanın uygulanmasıdır. Biz sadece iş piyasası için yararlı olan ilticacıları kabul edebiliriz.
          Kaiserslautern’de ikamet eden Palatin Kontu Johann Casimir 1579’dan itibaren böyle davranmıştı. Hollanda’dan sürülen Belçika Valonlarını kabul etmişti. Onlara din özgürlüğü ve vergi ayrıcalığı vermişti; onlar da Otterberg kentini çiçek bahçesine dönüştürmüşlerdi. Daha sonra bu bölgeye İsviçre’den gelen Mennotler yerleşti. Yani Frankfurt ve Brandenburg günümüze kadar süren mülteci yerleri haline geldi. Hangi mültecinin yararlı olduğuna da eyalet yöneticisi karar veriyordu.
          Bugünkü yasal koşullarda iş piyasasında ilticacıların sınırlandırılması talebi insani gereklilikle yer değiştirmektedir. Şimdi bu mantık tersine çevrildi ve iltica hakkı budandı. İlticacılara yararlılığa göre davranılmaktadır. İş piyasasına katılım, Oturum Yasası’nın 1. maddesinde yazılı olduğu halde insancıl hale getirilememiştir. Hala niteliklilik düzeylerinin altında sefil bir ücretle geçici işe almalar egemendir, ulaşılan nitelik aşağılayıcı biçimde bilmezlikten gelinmektedir. Bir-iki yıl içinde göreceğimiz gibi, ayrıcalıklı ilticacılar da bir yedek (işsizler -ç.) ordusu oluşturacaklar, gereksinmeye bağlı olarak ayrıştırılacaklardır. Bu işlemin tüm göçmenlerin üzerinde bir etkisi olacaktır.
          2. Politik ve toplumsal dramatikleşme nedeniyle önceden göç etmiş olanların durumu da yeni bir tehlikeyle karşı karşıya. Yasal durumlar kesin güvenceye alınmamış olan önceden göç etmiş olanların toplumun bir parçası olarak elde ettikleri güvenceler yeniden tartışma konusu oluyor. Allgemeine Zeitung Mainz gazetesinin bir haberinde (14.10.2015), Ren-Hessen bölgesindeki bir kasabada şiddetli çatışmaların olduğu bildiriliyor: “Türkiye kökenli İngelheim’lılar ile iltica talebinde bulunan Suriyeliler arasındaki kavga tırmandı”. Burada karşıtlık sunulurken, kolektif bilincin bir parçası yeniden üretiliyor ve vurgulanıyor. Bir grubun topluma ait olmadığı iki biçimde (sığınma talebi ve iltica) etiketlenirken, diğer grup, yerel topluma ait kabul edilirken “kökenleri”nin hala İngelheim’a dayanmadığı vurgusuna maruz kalıyor. İkinci grup “bir yerden başka yere aktarılmış”tır ve sadece bu nedenle “yerli” kabul ediliyor. Ama her iki grubun statüsü de ikili biçim de tanımlanıyor. Irkçılık, belirli bir hedef kitleye bağlı olarak hareket etmez, çünkü hedef kitle ona gerekçe sağlamaz. Irkçılık her zaman ırkçılığın kendisinden beslenir, her zaman kendisine bir hedef bulur ve kamuoyunda en çok sorun olanı seçer. Yeniden genel göç kuralı ortaya çıkıyor: Genelleştirilmiş ayrıştırma mekanizmaları kullanılarak sonradan gelenler ile önceden gelenler arasında hendekler açmak. Elbette karşıt çıkarlar da vardır: Kimileri ortama alışmaya çalışırken, diğerleri kendilerini tehdit altında hissedebilir, çünkü en azından kısmi de olsa topluma dahildirler. Burada katılımcı politikaların kendini inandırıcı kurallarla ortaya koyması gerekir. Bu açıdan göçmen örgütlerinin, özellikle de yerel danışma meclislerinin rolü büyüktür. Bu yeni bir şey değildir. Göç danışma meclislerinde sığınmacıların kendilerini temsil edebilme durumuna gelmeleri belli bir süre almışsa da, işbirliği yapılmış ve destek bulmuşlardır (elbette desteğin boyutu tartışılabilir). Ama şu anda henüz kendi sorunlarıyla uğraşan bu insanları entegrasyonla görevlendirmek olanaklı değildir. Tüm göçmenleri hangi sonuçların beklediği sorusu basitçe yanıtlanabilir: İlticacılar ve diğer göçmenler kısa bir alışma devresinden sonra sürekli oturma hakkına sahip olmalı ve üç yıl sonra yerel oy hakkı ve beş yıl sonra da vatandaşlık hakları verilmelidir. Bu talepler 1970’lerin sonlarından bu yana dile getirilmiş ve nedenleri açıklanmıştır.
          3. Şu anda sığınmacılar ve tüm göçmenlerle ilişkilerde devlet organlarının koşulsuz tarafsızlığa sahip olmasının çok büyük bir değer olarak görüyorum. Sığınmacıların barınaklarına saldırı haberlerini yüzlerce kez okuduk. Federal Hükümet’in açıklamasına göre, Mayıs ayından itibaren sağ motifli suçların sayısı 968’e ulaşmıştır. Bunların 81’i şiddet içeren suçlar olup, 68’inde yaralanma olayları meydana geldiği kayıtlara geçmiştir. Hiçbir şüpheli hakkında tutuklama emri çıkartılmamıştır. Yıl başından bu yana sığınmacı barınaklarına düzenlenen yüzlerce terör eylemleri arasında sadece iki kez tutuklama emri verildiğini okudum. Bu da cinayete teşebbüs edildiğinin kesinleştiği durumlarda. Pek çok durumda bu eylemler arbede olarak nitelendirilip, tehlikesiz gösteriliyor, ama bunlar terör eylemleridir.
          Polis ve Anayasayı Koruma Örgütü diğer hedef gruplarına farklı yaklaşıyor. Şiddet şüphesi bulunan yurtdışındaki bir grup için birisi para toplarsa, sadece hemen tutuklanmakla kalmıyor, ayrıca ağır cezalara çarptırılıyor. Gerçekten Anayasa Koruma Örgütü ne yapıyor? NPD’nin ilk kapatılma girişiminde bulunulurken, kendisi onların yapılarının öylesine içindeydi ki, yasak başarısız oldu. Anayasa Koruma Örgütü Başkanı terörün ülkeye göç etmesi konusunda uyarı yapıyor, ama terör çoktan ülkemizde ve önemsizleştiriliyor. Artık anayasanın Anayasa Koruma Örgütü olmadan daha iyi korunacağı kanısına vardım. Onun sağ oluşumlar üzerindeki göze, NSU terörü zamanlarına kıyasla daha da körleşmiş durumda.
          Bu konuda polis ile siyah yoksul yurttaşlar arasındaki Amerikan iç savaşına bakmak aydınlatıcı olacaktır: Devlet organları, hukuk devleti ilkesine dayanan eşit davranma hakkını ırkçı nedenlerle yitirirlerse, demokrasi ve hukuk devleti için büyük bir uçurum oluşur. ABD’de sadece siyahlar beyaz polisler tarafından vurulmuyor, aynı zamanda polisler de siyah suçlular tarafından vuruluyor. Aslında polis ve yargı Almanya’daki göçmenlerin en çok güven duydukları kurumlardır. Bunu pek çok araştırma ortaya koymuştur. Göçmenler, buradaki durumlarını anavatanlarındaki durumla karşılaştırarak, burada özgür bir hukuk devletinde yaşadıkları için kendilerini mutlu hissediyorlar. Özellikle Kuzey Afrika’nın uzun yollarından geçen mülteciler, polis tarafından inanılmaz acılara maruz kalmışlar, işkence, şantaj ve zulüm görmüşlerdir. İtalyan gazeteci Fabrizio Gatti’nin “Bilal. Avrupa Yolunda İllegal” adlı kitabını okursanız, Akdeniz’de kendi arkadaşları boğulmadan önce pek çoğunun öldürüldüğünü görürsünüz. Bu nedenle polis ile kültürlerarası projeleri yoğunlaştırmak gerekir.
          4. Tam da bu olası kritik durumda hukuk devletinin temellerini güçlendirmek gerekir. Eğer onlar biraz çalkantılı zamanlarda kararlılık göstermiyorlarsa, gelecekteki zor durumlarda nasıl olacaktır? Ne yazık ki Avrupa’dan olumlu hiçbir şey bekleyemeyiz. Oysa bugünkü Avrupa’nın oluşum süreci, ayrılmaz biçimde insanların harekete geçmesiyle ortaya çıkmıştır. Almanya’nın ilk işgücü alımı Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun oluşumuyla eşzamanlı gelişmiştir. Bu durumdan Almanya özel biçimde yarar sağlamıştır. Ve Avrupa Birliği, iş piyasası sorununa esnek bir çözümü olanaklı kılmıştır. Piyasaların genişleme gereksinimini karşılama arzusu tetikleyici unsurdur. Avrupa Birliği’nin genişlemede süreklilik göstermesi, politik değil ekonomik nedenlere bağlıdır. Birçok durumda insan hakları talepleri ve hukuksal ve toplumsal devlet standartları yüzeysel kalmıştır. Sığınmacılara yaklaşım tarzı bunu nihayetinde gösteriyor. Sığınmacılar Avrupa Birliği’nin kutsal topraklarına ayak bastıkları yerde, Yunanistan ve İtalya’da kalmak zorunda olmalarından Almanya on yıl boyunca yararlanmıştır. Yani her ülke kendi çıkarları işlemeye başladı.
          Ama Avrupa, özellikle kaçış nedenlerinin oluşumuna katkıda bulunuyor. Ayrıca ABD ve Suudi Arabistan’ın Suriye’ye karşı açtıkları savaşa AB ve Almanya Federal Cumhuriyeti de katılmıştır. 2011 yılından itibaren Suriye’ye tam ambargo uygulamasına geçildi. Tarım ve gıda üretimi, her şeyden önce de ilaç üretimi çoktan tümüyle durmuş durumda. İlaçlar sadece karaborsadan satın alınabiliyor ve fiyatları da son derece pahalı. Zavallı çocuklar gereksinimleri karşılanamadığı için ölüyorlar. Bu arada, Suriye’nin içindeki ve dışındaki mültecilerin sadece %15’inin Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı kapsamında gıda güvencesine sahip olduklarını da belirtelim. AB ve Federal Cumhuriyet bugün ambargoyu kaldırabilir. Yapmıyorlar. Hükümete bu yönde yapılan çağrıya yanıt bile alınamadı. Ama kaçış nedenleriyle mücadele etmek gibi palavralar sıkılıyor. Belki de Suriye’deki savaşı sona erdirmek için girişilen diplomatik çabalar başarılı olabilir. Rusya Devlet Başkanı Putin bunu 2012 yılında önermişti, ama o artık bir düşman olarak görülüyor. Şovenizmde ve saldırgan dünya görüşlerinde tipik olan hastalıklı düşmanlık görüntüleri medyada yer edinmiş durumda. Bir başka örnek, Avrupa Afrika’ya karşı baskıcı ekonomik diktatörlük çizgisini izliyor. Hemen hemen tüm devletler kendi pazarlarını AB’den gelen ithal mallarına açmak zorunda kaldı. 2014’ten bu yana, Ekonomik Ortaklık Anlaşması, kalkınma politikalarının sonuçlarını yok ediyor. “Yerel üreticiler, Afrika pazarlarının Avrupa’dan gelen yüksek oranda sübvanse edilen ucuz ithal mallarıyla doldurulmasına direnemiyor. Zaten eskiden de Avrupa’nın av filoları, Batı Afrika kıyılarındaki balıkları tüketerek balıkçıların ve tüccarların geçimlerini tehdit altına almışlardı ve hala almaktadırlar. Şimdi Avrupa’da sadece göğüs kısımlarının işlendiği tavuklar baş gösteriyor. Tavuğun geri kalan kısmı indirimli fiyatlarla Afrika’ya ihraç ediliyor. Örneğin Kamerun’da çiftliklerini AB Kalkınma Yardımı’yla kurmuş olan küçük çiftçiler sırayla iflas ettiler” (Jochen Kelter).
          Kaçış nedenleri uzun bir süreç içinde yaratılıyor. Bu nedenle onları indirgeme girişimleri sırf avutucu politik propagandayla eş anlamlıdır. Çünkü ne silah ihracatı politikasında ne de AB’nin uluslararası ticaret politikasında değişiklikler yapılıyor. Gerçekte, şu anda mültecilere karşı korunmak için sadece baskıcı önlemler alınıyor. Ama tam da bu Avrupa’nın uzun zamandır içinde bulunduğu çıkmazın derinleştiğinin işaretini veriyor. Birahane muhabbetlerinde yapılan şakanın doğruluğu korku verici:
          “Mültecilerin Almanya’ya gelişleri kaça mal oluyor? On milyara! Peki, Almanya’dan kaçan mülteciler kaça geliyor? Yüz milyara! Hangi mülteciler? Vergi kaçakçıları!”
          Ve Avrupa Komisyonu’nun başında vergi kaçıranların yararına bu sistemi inşa etmekten başka işi olmayan bir politikacı var.

        Bir yandan yurttaşların yardıma katılımları, diğer taraftan sığınmacılara karşı militanca savunma girişimleri toplumu bölüyor. Politik korkuları kullanmakta ve medya da onları körüklemektedir. Ama toplumun bütün olarak kendi içine kapanacağı henüz kesinleşmedi. İşgücü gereksinimi ve Anayasa Mahkemesi tarafından güvenceye alınmış olan insan haklarına bağlılık hala tolumu açık tutmaktadır. Sonuç olarak köken farklılığının ayrımcılığa yol açmaması için yapılacak daha çok iş var. Bunu yapabilmek için sadece anayasamıza sarılmamız, anayasa temelinde sarsılmaz bir duruş sergilememiz gerekiyor.