|
|
Die Gaste, SAYI: 30 / Ocak-Şubat 2014
|
Okul Başarısızlığı
[Schulversagen]
Prof. Dr. Frank-Olaf RADTKE
“Göç kökenli çocuklar” kavramı, politik, hukuki veya ekonomik beklentilere göre olmaması gereken okulsal ayrımcılık pratiğinin sonuçlarını kişiselleştirerek açıklamak ve değiştirilemezmiş gibi haklı gösterebilmek için kullanılmaktadır. Bunun dışında davranışları kısıtlayan yakıştırmalar, başka zamanlarda iyi niyetleriyle tanınan okullar tarafından da kullanılmaktadır. Okullar ve okul müdürler, eğitimbilimciler ve onları görevlendirenler tüm öğrencilere uygun bir hizmet sun-ma konusundaki nesnel başarısızlıklarına toplumsal olarak katlanabilir bir açıklama arıyorlar.
1. Bir Savaş Kavramı Olarak Ayrımcılık
Okul başarısızlığı pedagojik çabaların sonucu olarak düzenli olarak, var olmaması gerektiği halde ortaya çıkan bir olgudur. Eğer büyük kitlelerin eğitimlerini erken sonlandımaları tekrarlanıyorsa veya yetki sınırlamalarıyla okuldan çıkartılıyorlarsa, her iki anlamda okul başarısızlığı vardır – sadece çocuklar başarız olmamıştır. Eğer sıklıkla yüksek oranda “işçiler”, “kızlar” veya “yabancılar” gibi toplumun belli grupları etkileniyorsa, yasak olan ayrımcılıktan yola çıkılabilir.
İstatistiksel olgular olarak gözlenen kolektif eğitim sonuçları eşitsizliğinin nedenleri teorik olarak da, politik olarak da tartışılmaktadır. Okul başarısındaki eşitsizlik yabancı- veya kişisel seleksyon veya her ikisinin bir bileşimiyle ortaya çıkabilir. Ayrımcılık suçlamasında bulunulunca ya eğitim olanaklarına uygun olmayan, fırsat eşitsizliği olarak etki eden bir erişim kısıtlaması ve/veya bir hizmet eşitsizliği olarak değerlendirilebilecek meritokratik prensibin yaralanması iddiasında bulunulmaktadır.
Ayrımcılık, politik kamuoyunda dağılım savaşlarında çıkarları savunmak için kullanılan bir antipati ve savaş kavramıdır. Ayrımcılığın biliçli, yani çıkarcı ve yer yer kötü niyetli, en azından düşüncesizce davranışın bir sonucu olduğu varsayılır. Kurumsal ayrımcılık kavramının sosyal bilimsel kullanımı, ahlaki, tek tek bireylere atfedilen suçlamalardan ayırt edilmelidir. Bu kavram kişisel motiflerden veya bakış açılarından bağımsız olarak kurumlar içindeki (resmi merciler, işletmeler, okullar) ya da pazarda (iş, ev) yapısal olarak etki yapan mekanizmaları hedefler. Irk, cinsiyet ve Genel Eşitlik Yasası’nda (AGG) adı geçen tüm yapılara göre gerçekleşen tüm eşitsizlikler, kurumların ve organizasyonların köklü tarihlerinde farklı işletme sistemlerinde yer edinmiş ve onların yapılarına ve çalışma şekillerine yerleşmiş tek bir fenomen olarak işlenir. Ayırma pratiğinin sözü geçen özellikler boyunca tarihsel bir gelişimin sonucu olarak, yani çalışanların davranışını belirleyen yazılı ve sözlü kuralları ve alışkanlıkları takip ederek kurumsallaştığı varsayılır.
2. Tartışmalı Nedensellik
Yabancı ve kişisel ayıklanmada gelgitler içinde okul başarısızlığının birçok nedeni olabilir. Teori öncesi dört yaklaşım birbirinden ayrılmalı: (a) Öğretmenlerin özellikleri (yeterlilik, zihniyet, motivasyon), (b) Okul örgütlenmesinin özellikleri (donanım, düzen, öğrencilerin bileşimi), (c) Öğretim şekilleri ve içe- rikleri (not ortalaması, didaktik, metodoloji) ve (d) Çocukların ve ailelerin özellikleri (yetenek, sermayeleri, hırsları).
Şu anki araştırmaların durumuna bakıldığında, araştırmaların çoğunun –insan sermayesi teorisinden yola çıkarak– ancak ayıklanma olayının kurumsal açılarıyla değil, ebeveynlerin kişisel seçimleriyle ilgili olduğu dikkat çekmektedir. Farklılıklar olgusu çoğunlukla ailesel kaynaklar, dış görünüş şekilleri ve göçmenlerin hesaplamalarıyla bağlantılandırılıyor ve teorik değer beklentisi (rational choice [mantıksal tercih]) altında ebeveynlerin kişisel kararlarının sonucu olarak araştırılıyor. Yani sonuç olarak, eşitsizlik, kişisel ayıklanmanın bir sonucu olarak inceleniyor.
3. Politik Olarak Yönlendirilen Bellilik
En azından Almanca yapılan tartışmalarda ağırlıklı olarak (göçmen) ebeveynlerin ya da onların çocuklarının kişisel özelliklerine yönelim nasıl açıklanabilir? Politik olarak önem taşıyan araştırma çizgilerine stratejik olarak odaklanma politika, bilim ve medya arasındaki karmaşık etkileşimin bir sonucu olarak yeniden yapılandırılabilir. Eğitim ayrımcılığına ilişkin araştırmaların tasarılarında, teorilerinde ve yöntemsel girişimlerinde, (a) uzun süre istemdışı gerçekleşen göçün ulusal tarihinin, (b) izleyicilerin güvensizliklerine uygun olarak entegrasyon sorununun medyasal sunumunun, ve (c ) eğitim politikasının uymak zorunda olduğu göç ve entegrasyon politikalarının buna verdiği yanıtın etkisi vardır.
Bu karşılıklı etkileşim içinde bir epistemic community, politika, bilim ve medyayı kapsayan tanınmış uzmanları kapsayan bir ağ oluşmaktadır. Söz konusu olan, paylaşılan ortak koşullar temelinde, üçlü bir ses ile, eğitim sorununun tek bir ulusal görüntüye sahip olmasını sağlamak ve bunun tüm katılımcı sistemlerde kabulünü sağlayarak eğilimsel olarak alternatifsiz olmasını sağlamaktır. Bir mit gibi, tüm medyada sürekli tekrarlanarak katılımcıların dünyaya ve soruna bakış açılarını şekillendiren ve güçlendiren bir anlatım vücut bulmaktadır bu ağda.
4. Entegrasyon Politikasının Parolası Olarak “Göç Kökenli Çocuklar” (“Kinder mit Migrationshintergrund”)
Eğitim farklılıklarının çevresinde, kamuoyunun yönünü hegemonyal bir şekilde belirleyen bir görüşbirliği oluşmuş durumda. Bu arada “göç kökenli çocuklar” entegrasyon tartışmalarında konuya egemen olan uzmanların sistemlerarası sınırları aşarken kendilerini tanıtmak için kullandıkları parola olarak hizmet veriyor. Kamuoyunun onayıyla eğitim sistemine inklusyon sırasında beklenen zorlukları kültüre dayalı sosyalleşme ve dil sorun- larını yazmak mümkündür. İkinci dil edinimi, bir tür katılımcıların okula başlamadan kanıtlamaları gereken itaat alıştırmalarına dönüşürken, buna karşın sürekli dil eksiklikleri entegrasyonu red olarak yorumlanabilir.
“Göç kökenli çocuklar” açıklaması entegrasyon sorununun tutarlı biçimde kişiselleştirilmesi ve pedagojikleştirilmesidir. Göç eden birey, mevcut okul yapısına uyum sağlamak zorundadır. Ancak kabul eden okullar göç durumunda yapısal olarak yeni görevlere göre hazırlanmak, hele hele başarısızlıklar karşısında sorumlu kılınmak durumunda değildir. “Göç kökenli çocuklar”, ölçüme ilişkin teknik bir yapı olarak, içinde göçe karşı kontrolsüz korkunun yoğunlaştığı istatistiksel yapay bir figürdür. 11 Eylül 2001’den beri öncelikli olarak “başörtülü kız” şeklinde somutlaş- tırılmaktadır. İslama yapılan sembolik atıf, köktendinciliğe ve terörizme karşı korkuları olduğu kadar, aşırı yabancılaşma korkusuna da yol açmaktadır. “Küçük başörtülü kızların” Almanya’nın batışının öncülleri olarak büyük bir rol oynadığı Thilo Sarazzin’in kitabı “Almanya Kendini Yok Ediyor” (2009) hakkındaki kamuoyu telaşı buna belirleyici bir örnektir.
İstenmeyen durum olarak okul başarısızlığı ve bunun ardından gelen sosyal entegrasyon eksikliği ulusal, etnik, dilsel ve dini bir kolektife ve onun “üçüncü kuşağa kadar” kaybedilemeyen özelliklerine atfediliyor. “Göç kökenli” ifadesi, “biz” ve “onlar” zıtlarının en modern bilimsel kılığa sokulmuş, entegrasyon tartışmasını ve onun medyasal temsilciliklerini kırmızı bir çizgi gibi baştan başa bölen bir ifadedir. Bu sayede istenmeyen olayların nedenlerini ve dayanılmaz ilişkiler ve durumları basitleştirme ve kesinleştirmeyle genelleştirerek belli toplumsal gruplara (dışlananlar) atfeden bir algı ve davranış türü veya dünyayı ve sorunları yorumlama tarzı harekete geçiriliyor. “Göç kökenli” yakıştırması, neredeyse “istatiksel bir ayrımcılık” gibi etki yapıyor. Bunun için artık sadece ırk veya ten rengi değil, istatistiksel olarak tespit edilmiş bir gruba aidiyet, bireyin davranışlarının belirli etmenlerinin belirlenmesi için kullanılmaktadır. Bireyin gerçek davranış biçimleri bir kenara bırakılabileceği gibi, bu bu şekilde tanımlananların yaşantılarıyla başa çıkmak zorunda oldukları koşullar ve yapısal önkoşullar da bir kenara bırakılabilir.
“Göç kökenli çocuklar” kavramı, politik, hukuki ya da ekonomik beklentilere göre olmaması gereken okulsal ayrımcılık pratiğinin sonuçlarını kişiselleştirerek açıklamak ve değiştirilemezmiş gibi haklı gösterebilmek için kullanılmaktadır. Bunun dışında davranışları kısıtlayan yakıştırmalar, başka zamanlarda iyi niyetleriyle tanınan okullar tarafından da kullanılmaktadır. Okullar ve okul müdürleri, eğitimbilimciler ve onları görevlendirenler tüm öğrencilere uygun bir hizmet sunma konusundaki nesnel başarısızlıklarına toplumsal olarak katlanabilir bir açıklama arıyorlar. Yabancı ve kişisel ayıklanma birbirinden ayırt edilemez hale getiriliyor.
Okulda, ihmale dayanan bu tür bir başarızlığın sürekli olanaklı olduğu toplumsal bir çevre, kosmopolitizm eksikliği ile betimlenebilir. Her ne kadar pazarların globelleşmesine yeminler edilse de, dünyayı kaplayan iletişim teknolojileri zorlansa da, uluslararası yaşam tarzları dünya toplumunun kesin bir yapı özelliği olarak yayılsa da, ulusal devletin sınırları, dayanışmanın sınırlarını belirlemeye devam ediyor.
|
|
|
|